Bu çağda devletten beklenebilecek hizmetler eski asırlara nazaran oldukça artmıştır.
Eskiden devletler sadece iç ve dış güvenliği ve adaleti sağlamayı kendilerine bir vazife bilirken, şimdilerde, “kamu hizmetleri” adıyla, eğitimden sağlığa, ulaştırmadan ticarete kadar neredeyse her konuda kendisini vazifeli bilmektedir.
Dolayısıyla bugünün en liberal ve hizmeti en küçük/az devleti, vatandaşları karşısında, eski çağların her şeye müdahale eden en despot devletinden bile daha güçlü ve daha aktif pozisyondadır.
Bunların üzerine bir de devletin ideolojik yapılanması eklenince, devlet, vatandaşı dönüştüren bir üst yapı kurumuna dönüşmüş durumdadır. Eğitimde terbiyenin devletin vazifesi hâline gelmesi, ahlâkî standartların kamusallaşması, din ve vicdan hürriyetine rağmen dinî konularda devletin referans görülmesi ve gösterilmesi hep bunun sonucudur.
Bu değişiklik, devleti, ruhsuz ve anlamsız teknik bir aygıta da dönüştürmüş durumdadır. Dolayısıyla gelinen bu nokta aslında bir paradokstur.
•••
Devletin adalet dağıtması her şeyden önce devletin kendi icraatlarında adaletli olması demektir.
Devlet herkes için genel hizmetler yapar ve herkesi faydalandırır. Bu açıdan eşitlik gerekli ve yeterlidir.
Ancak sosyal devlet zayıfın korunmasını gerektirir. Bu koruma sözleşme hürriyeti kılıfı altında güçlünün zayıfı ezip yutmasını önlemekle başlar. Pazarlamacıya karşı tüketicinin korunması, işverene karşı işçinin korunması, kiraya verene karşı kiracının korunması hep bu kabilden örneklerdir.
Sosyal devlet aynı zamanda zayıfa merhamet eden ve bu sebeple zenginden alıp fakire veren devlettir. Vergi adaleti için az kazanandan düşük oranda ve fazla kazanandan yüksek oranda vergi almak gibi farklılaştırmalar ve ölçülü sosyal devlet uygulamaları merhametin bir gereğidir. Bu uygulamalar bir yönüyle eşitsizliktir ama başka bir yönden bakıldığında bir tür adalettir. Zaten icraatta adalet devletin sadece eşitler arasında eşit muamele etmesidir.
Önemli olan, bu merhametin ölçüsünün ve sınırlarının yani kimden kime ne kadar kaynak akıtılacağının demokratik usullerle belirlenmesidir.
•••
Devlet yargılama faaliyetinde adalet dağıtırken merhamet de göstermeli midir?
Hâkimin takdir hakkına sahip bulunduğu bazı davalarda takdir hakkının kullanılması adaletle de merhametle de ilişkilidir.
Hâkimin birinci şartı tarafsızlığıdır. Taraf olan hâkim olamaz. Tarafın hükmü adalet değildir. Bir tarafa yaklaşan hâkim adaletten uzaklaşır. Hâkimin işe nefsini karıştırması yasaktır. Evet, ceza hâkimi merhamet ederek takdir hakkını sanık lehine kullanabilir. Ancak suçluya merhametin abartılması ve suçun cezasız bırakılması, suç mağduruna zulmetmek anlamına gelebilir ve suçtan zarar görenlerin kendi adaletini bizzat sağlaması ve intikam arayışına girmesi sonucunu doğurabilir ki bu çok daha büyük bir risktir.
Nitekim son dönemlerde tartışılan cezasızlık algısı meselesi bu riskin bir göstergesidir.
Devletin ceza adaletindeki merhameti daha ziyade suçlunun merhametle ıslahı ile ilgilidir: Adliyedeki hâkim metin olmalıdır. Ama cezaevindeki infaz hâkiminin ve infaz görevlilerinin hak edene karşı müşfik olması daha güzeldir.
•••
Devlet adaletiyle ceza verecek. Tamam. Ya vatandaş? Devletin ceza verdiğine vatandaş nasıl muamele edecek?
Cezanın infazında devlet görevlilerinin dahi müşfik olması gerekliyken, vatandaşın suçluya ya da eski mahkûma karşı cezalandırıcı muamele içine girmesi adaletle açıklanamaz. Sabıkalıya güvenmeyen onu işe almasın. Bu tamam. Ama vatandaşların sabıkalıya merhametle muamele etmesi onun ıslahı için devletin yapıp ettiklerinden çok daha kıymetlidir. Hele o sabıkalının imanı da varsa.
Söz Bediüzzaman Hazretlerinin: “Mü’min mü’mini sever ve sevmeli. Fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle [zorbalıkla] değil lütufla ıslahına çalışır.”
Biz ekleyelim: Mü’min, sabıkalı mümine devletin nasıl muamele ettiğine bakmaz. Kendisinin ne yapması gerektiğine odaklanır.