Son yazımızda Bediüzzaman Hazretlerinin Allah’ın kelam sıfatından gelen şeriatın kurallarına yönelik bir tasnifini ele almıştık: “Taabbüdî (ibadete dair) hükümler” ve “makulü'l-mana (akla hitap eden) hükümler”.
Bugün, Allah’ın kelam sıfatından gelen şeriatın “makulü’l-mana” nevinden hükümleri hakkında yine Bediüzzaman tarafından yapılan -ve muhtemelen Bediüzzaman’a ait olan- diğer bir tasnifi ele alalım: Müessis ve muaddil kurallar ayrımı.
Önce bu tasnifin yer aldığı metnin bağlamını ortaya koyacağız:
Osmanlı devletindeki kanunlaştırma hareketleri ve bilhassa anayasalı yeni rejim, iki uç fikir arasında bir gerilim başlatıyor: Bir yanda, “Kur’an’dan başka kanun olmaz” diyen ve bunları “devletin dinden çıkması” ya da en azından “şeriattan sapma” olarak gören iyiniyetli ve fakat ifrat (üstten aşırı uç) fikir sahipleri var. Diğer yanda ise Kur’an’ın şer’i hükümlerini neredeyse tümüyle terk etmek ve Batılılaşmak gerektiğini savunan -bir kısmı iyiniyetli- tefrit (alttan aşırı uç) fikir sahipleri var.
Bediüzzaman, ikinci meşrutiyetle gelen hürriyeti ve demokrasiyi tanıtmak ve şeriatla sınırlandırıp sevdirmek amacıyla 1908 sonrasında Şarka uzun bir seyahat yapıyor. Sorulan sorulardan ve verdiği cevaplardan oluşan Münazarat’ın son kısımlarında, “bir Arnavut tarafından vuku' bulan sualdir” notuyla paylaştığı ve bu gerilime de temas eden bir soru ve cevap var:
Şeriat zulüm ister mi?
Bediüzzaman Hazretlerinin cevapta yer verdiği tasnif, uçlardakiler için bir buluşma noktası da içeriyor. İlgili kısım şöyle:
“Sual: Taaddüd-ü zevcat ve esir ve köle gibi bazı mesaili, bazı ecnebiler serrişte ederek, medeniyet nokta-i nazarında şeriata bazı evham ve şübehatı îrad ediyorlar.
“Cevap: Şimdilik mücmelen bir kaide söyleyeceğim. Tafsilini müstakil bir risale ile beyan etmek fikrindeyim.
“İşte, İslâmiyet'in ahkâmı iki kısımdır:
“Birisi: Şeriat ona müessistir, bu ise hüsn-ü hakikî ve hayr-ı mahzdır.
“İkincisi: Şeriat, muaddildir. Yani gayet vahşi ve gaddar bir suretten çıkarıp, ehvenü'ş-şer ve muaddel ve tabiat-ı beşere tatbiki mümkün ve tamamen hüsn-ü hakikîye geçebilmek için zaman ve zeminden alınmış bir surete ifrağ etmiştir. Çünki birden tabiat-ı beşerde umumen hükümferma olan bir emri birden ref' etmek, bir tabiat-ı beşeri birden kalbetmek iktiza eder. Binaenaleyh şeriat vâzı-ı esaret değildir, belki en vahşi suretten böyle tamamen hürriyete yol açacak ve geçebilecek surete indirmiştir, ta'dil etmiştir. Hem de dörde kadar taaddüd-ü zevcat tabiata, akla, hikmete muvafık olmakla beraber şeriat bir taneden dörde çıkarmamış, belki sekiz-dokuzdan dörde indirmiştir. Bâhusus taaddüdde öyle şerait koymuştur ki; ona müraat etmekle hiçbir mazarrata müeddi olmaz. Bazı noktada şer olsa da ehvenü'ş-şerdir. Ehvenü'ş-şer ise bir adalet-i izafiyedir. Heyhat!.. Âlemin her halinde hayr-ı mahz olamaz.”
Zamanın hükmü de bir hüküm müdür?
Yukarıdaki cümlelerin konumuzla ilgili olarak bugünkü dildeki karşılığı -noksan ama- şöyle olabilir:
Sual: Bazı yabancılar; medeniyetçi bakış açısıyla bakarak, bir erkeğin birden çok kadınla evlenebilmesi ve esir ve köle gibi bazı fıkhî meseleleri öne atıyor ve şeriat hakkında insanları evhama ve şüpheye düşürüyorlar. (Gidermenin çaresi var mıdır?)
Cevap: Vardır. Tasnif yardımcı olabilir. İslâmiyet'in (fıkhî) hükümleri iki kısımdır:
Birinci tür “kurucu” hükümleri bizzat şeriat (Kur’an) getirmiş ve şeriatın bu konudaki (diğer) hükümleri o ana hükmün üzerine bina edilmiştir. Bu tür hükümler hakikaten güzeldir ve insan için bizzat hayırlıdır.
İkinci tür hükümlerde ise, Kur’an, hakikatte bir hüküm koyucu değil, eskiden beri var olagelen hükmü tadil edici (adaletli hale getirici) pozisyonda olmuştur. İnsanlar arasında zaten tatbik edilmekte olan o eski hükmü eski vahşi ve gaddar şeklinden çıkarmış ve daha adaletli bir şekle dönüştürmüştür.
Bu dönüştürme de şu şekilde olmuştur: Dünya cennet olmadığından, alternatiflerimiz sadece “iyi ve kötü” tercihi şeklinde değil, bazen iki kötüden birini tercih etmek şeklinde de olmaktadır. Bu tür şer’i hükümler de bir tercih yapmış ve iki şerden ehven olanı tercih etmiştir. Böylece bir tür adalet tatbik ederek, var olan uygulamayı daha adil hale getirmiştir. Bu tercih, aynı zamanda, hukuku, insanlığın zaman içinde geçirdiği duruma ve tabiatına uygun hale getirmektir. Şeriat bunu yaparken zamana ve mekana bağlı değişimlerden de faydalanmıştır. Zaten insan tabiatında genelgeçer durumda olan bir uygulamayı birden bire kaldırmak, insan tabiatını birden bire değiştirmeyi gerektirir. (Bu ise dünyanın hikmet yeri olması ilkesine aykırıdır).
Muaddil hüküm örnekleri
Şeriat, esareti (ve köleliği, cariyeliği …) iyi bir şey olarak görüp düzenlemiş değildir, aksine, bunları en vahşi biçiminden çıkarıp hürriyete yol açacak ve tamamen ortadan kaldırılabilecek bir biçime indirip dönüştürmüş, böylece ta'dil etmiştir.
Yine erkeğin (kadının değil) dörde kadar evliliği; esasen tabiata, akla, hikmete uygun olmakla beraber, zaten şeriat eş sayısını bir taneden dörde çıkarmamış, aksine sekiz-dokuzdan dörde indirmiştir. Ama çok eşliliğe öyle özellikli şartlar koymuştur ki bu şartlara uyulabildiği takdirde çok evlilik hiçbir zarara sebep ya da kaynak olmaz. Küçük bazı noktalarda (bazı somut olaylarda) bir şer olsa da, buna da ehvenü'ş-şer nazarıyla bakmak gerekir. Zaten ehvenü'ş-şer de nisbî adalet türünden bir adalettir. Dünya cennet değil. Hukuk sistemleri, çoğu kurallarında, mahiyeti gereği genellemeler yapar ve tatbikatında daima adaletten sapan bazı istisnalar olabilir.
Şeriatın kuralları arasında hangi hükümlerin müessis ve hangilerinin muaddil hüküm olduğu konusu çalışılmayı beklemektedir. Muaddil hükümlerin zamanla ortaya çıkan ihtiyaçlara göre ve bilhassa içtihatla yeniden tadil edilip edilemeyeceği de fıkhın en tartışmalı konularındandır.
Bu konuları ve bilhassa içtihadı gelecek yazıya bırakıyoruz.