Dünya dar-ı hikmet olduğundan iyi-kötü, güzel-çirkin, hayır-şer bu dünyada iç içedir.
Ancak kâinatta aslolan hayr-ı mutlaktır. Şerler ve kötülükler ise hayrın tecellisi ve anlaşılabilmesi için gerektiği ölçüde vardır ve nisbîdir. Genellikle “iyi” olan ateş, bazısına kötü olabilir.
Bu sebepledir ki; Bediüzzaman Hazretleri şeriatın koyduğu hukuk kurallarının somut olaya uygulanması ile ilgili olarak “Bazı noktada şer olsa da ehvenü’ş-şerdir. Ehvenü’ş-şer ise bir adalet-i izafiyedir. Heyhat!.. Âlemin her halinde hayr-ı mahz olamaz.” demektedir.
Yine bu sebepledir ki Hazret-i Ali ile Hazret-i Aişe, Hazret-i Zübeyr, Hazret-i Talha ve diğerleri arasındaki içtihat farkı meselesini izah ederken de aynı ölçüye başvurmaktadır:
Malum; Hazret-i Ali, Hazret-i Osman’ın katil zanlıları hakkında verdiği hükümde “masumu korumaya öncelik veren mutlak adalet”in tatbiki gerektiğini içtihat etti. Muarızları ise “adalet-i mahzanın tatbikatı çok müşkül” diyerek, “ehvenüşşerri ihtiyar denilen adalet-i nisbiye esası üzerine içtihat ettiler.” Ama metnin devamından da anlaşıldığı üzere o somut olay açısından onların içtihadı hatalı, Hazret-i Alin’inki ise isabetliydi.
Demek, somut olay adaleti açısından bakıldığında bazı hallerde adalet-i nisbiye de denilen adalet-i izafiye bir mecburiyettir ve gereklidir. Ama bu olaylarda aslında iki adaletten biri değil, iki zulümden biri yani ehven ve hafifi olanı tercih edilmektedir.
Bu da demektir ki adalet aslında mutlaktır. Nisbî adalet ise “zulümler arasından birini tercih etmek zorunda kalmak ve daha hafif zulmü tercih etmek” anlamında bir tür adalettir.
Aslında insanlık tarihinde yaşanmış veya yaşanacağı varsayılmış çok sayıda örnek olayda iki şerden birini tercih insanın karşısına bir mecburiyet olarak çıkar. Zira dünyanın her halinde hayr-ı mahz mümkün değildir.
Mesela, Spelunka mağarasındaki kâşiflerin başına gelenler onların iki zulümden birini tercih etmesini gerektirmiştir.
Ayrıntılar için bkz: https://www.yeniasya. com.tr/ahmet-battal/ spelunka-kasiflerine-adalet_509667
Mesela, “ya bombayı patlat ve şu kişiyi/kişileri öldür ya da biz seni öldüreceğiz” denilerek eline bomba kumandası verilip kafasına silah dayanan bir kişinin tercihi “ölmemek için, zaten öldürülecek olanı öldürmek” mi yoksa “hiç kimseyi öldürmemek için gerekirse ölmek” mi olmalıdır?
Meselâ, bir yangının ortasında kalan ana ya da babasını ve çocuğunu öncelikle kurtarma konusunda arada ve arafta kalan kişi önceliği ana/babasına mı yoksa çocuğuna mı vermelidir?
Buna benzer yüzlerce örnek bugüne kadar adalet teorisi uzmanlarınca tartışılmıştır.
Aslında adalet-i mahza ile adalet-i izafiyeyi en güzel izah eden örnek kangren olan parmağın kesilmesi meselesidir. Parmak kesmek zulümdür ama parmak kesilmeyince daha büyük bir zulüm olan el kesme işine sıra geleceği doktorların raporları ile “kesin” ise parmağı kesmek de bir tür adalettir. Yani büyük zulümden küçük zulme kaçmak ya da büyük zulümden kurtulmak için küçük zulmü tercih etmek de iki şerden hafif/ehven olanı tercih etmek demektir ve bir nevi adalettir. Ama parmak kangren değil iken sadece bir şüpheye dayanarak kimse o parmağı kesmez ve kestirmez. Hazret-i Ali’nin içtihadını yasladığı “şüpheden daima sanık yararlanır” kuralının anlamı budur.
Bir örnek daha:
Bir hava korsanının kaçırdığı üç yüz kişilik yolcu uçağının rota ve manevra itibariyle şehrin merkezine çakılacağı “kesin”leştikten sonra bir füze ile uçağı havada infilak ettirmek mümkünken hâlâ “uçaktakileri biz öldürmeyelim, zulüm olur” deyip seyretmek uçaktaki üç yüz ve yerdeki üç bin kişinin ölümüne sebep olacağına göre, uçağı havada patlatmak uçaktaki üç yüz masumun bir dakika önce ölmesine sebep olur ama şehirdeki üç bin kişinin kurtulmasını sağlar. Bu da iki şerden ehven olanı tercihtir bir nevi adalettir. Yeter ki hüküm kesin bilgiye dayalı olsun.
Müzakerenize muhtacız.