Dünyaya ve siyasete tapınırcasına bağlananlar, başkasını da kendileri gibi zannederler. Oysa, onlar aldanmışlar ve aldanıyorlar. Dahası, hem ardniyet, hem sûizan sahibidirler.
İşte aynı o dünyaperestler, vaktiyle Bediüzzaman Said Nursî’yi de kendileri gibi siyaset cereyanında zannetmişler. Zannetmekle kalmamış, onu açıkça itham etmişler. “Sen gizli teşkilât kurmuşsun ve siyasî bir gaye peşindesin” demişler.
Bu bakış açısıyla hareket ederek, dünya hayatını ona adeta zindan ettiler. Sürgünler, hapisler, zindanlar, hatta zehirlemelerle de yetinmeyip, her türlü propagandalarla şahsiyetini karalamaya ve kendince onu çürütmeye çalıştılar. Öyle ki, onu mezarında dahi rahat bırakmadılar. Artık bunun ötesi yoktur ve olamaz.
•
Aleyhindeki bütün zulüm, eziyet ve kara propagandalara rağmen, Said Nursî, yolunu ve inandığı hizmet metodunu hiç değiştirmedi. Reaksiyoner davranmamakla beraber, tarihe not düşmek için muarızların ithamlarına cevap vermekten de çekinmedi.
İşte, düşmanlarının onu “siyaset cereyanlarında” olmakla itham etmesine mukabil, onlara vermiş olduğu susturucu cevaplardan biri:
“Görüyorum ki, hodfuruş ve siyaset bataklığına düşmüş bazı insanlar, bana tarafgirâne, rakibâne bir nazarla bakıyorlar. Güya ben de onlar gibi dünya cereyanları ile alâkadarım… Hey efendiler! Ben imanın cereyanındayım. Karşımda imansızlık cereyanı var. Başka cereyanlarla alâkam yok.”1
•
Üstad Bediüzzaman 1952’de Gençlik Rehberi Mahkemesi için İstanbul’a geldiğinde, Sebilürreşad mecmuasının sahibi ve eski dostu olan Eşref Edip kendisiyle görüşerek bir röportaj yaptı. O röportaj, bilâhare Tarihçe-i Hayat isimli eserin Tahliller bölümünde iktibasen yayınlandı.
Röportajın takdiminde, Eşref Edib’in Hz. Bediüzzaman ile ilgili sözlerinin bir kısmı şöyledir:
“İslâm’ın gayetü’l-gayesi olan “tevhid” ve “Allah’a iman” esası, onun ve Risale-i Nur’un en büyük umdesidir.”
“Ona zulmedenlere beddua bile etmez. Onu zindanlara atanlara, ancak salâh ve iman temenni eder.”
Takdimden sonra Hz. Üstad’ın bazı sözlerini ve sorulara vermiş olduğu cevapları naklediyor. Konumuzla ilgili can alıcı bazı sözleri şunlardır:
“...Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi, mukavemet güçleşti. Korkarım ki, cemiyetin bünyesi buna dayanamaz. Çünkü düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basiret gözü böyle körleşirse, iman kalesi tehlikededir.
“İşte benim ıztırabım, yegâne ıztırabım budur. Yoksa, şahsımın maruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeye bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate maruz kalsam da, iman kalesinin istikbali selâmette olsa.”
“Ben, yalnız iman üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum.”2
Demek, Üstad Bediüzzaman'ın en öncelikli mesaisi, en mühim meselesi, en büyük derdi “iman davası” ve “iman kalesinin istikbali”nin selâmette olmasıdır.
•
Hz. Bediüzzaman gibi, sadık talebelerinin de en mühim ve en öncelikli meselesi, kendi şahısları değil, gönül verdikleri “dava meselesi” olmuştur.
Av. Bekir Berk’in birçok yerde yayınlanan hatırasının özeti şudur: Kendisi, Isparta milletvekili Dr. Tahsin Tola’nın isteği üzerine 1958’de Ankara Ulucanlar Cezaevinde yatan Nur Talebelerinin davasını üstlenir. Ankara’ya gidip Tahirî, Zübeyir, Sungur, Bayram, Türkmenoğlu vd. ile görüşür. Onlara şunu sorar: Sizi mi savunayım, yoksa davanızı mı savunayım?
Maznunlar hep bir ağızdan “Bekir Bey, hapishanede yatmaya razıyız; yeter ki, siz Risale-i Nur’un hedef-i maksadı olan iman davasını savunun. O bize kâfi” dediler.
Bu hadise, bilâhare “Nur Talebelerinin Ankara Davası” ismiyle kitap olarak da yayınlandı.3
Dipnotlar:
1-Mektubat, On Altıncı Mektup; 2-Sebilürreşad, Sayı 120, 1952, İstanbul; 3- Age., Ayyıldız Matbaası, 1958, Ankara.