Bedüzzaman Said Nursî Hazretlerine mühim bir tüccar dostu otuz kuruşluk bir çay getirir. Üstad ise bu çayı kabul etmez. “İstanbul’dan senin için getirdim, beni kırma” deyince kabul eder fakat iki kat fiyat verir. Devamında ise tüccar dostu niçin böyle yapıyorsun, hikmeti nedir? diye sorar.
Bediüzzaman hikmetini açıklar. Bu açıkladığı hikmet Nur talebelerinin hayatlarının bir esası ve temel prensibi olur. Risale-i Nur hizmet-i imaniyesi için vazgeçilmez olan bu düsturlara aykırı hareket edenler Nur talebeliği ve Nur hizmetinin gerekliliklerini yerine getiremezler. Hatta bu yolun aksine ve tersine bir çığır açma girişiminde bulunabilirler. Bizim için bu kadar önemli ve vazgeçilmez olan hakikatten yani Bediüzzaman’ın cevabından bahsedelim. “[...] dünyaya tenezzül etmez, tama’ ve zillete düşmez, hakikat mukabilinde dünya malını almaz, tasannua mecbur olmaz bir üstaddan alınan ders-i hakikat, elmas kıymetinde ise; sadaka almaya mecbur olmuş, ehl-i servete tasannua muztar kalmış, tama’ zilletiyle izzet-i ilmini feda etmiş, sadaka verenlere hoş görünmek için riyakârlığa temayül etmiş, ahiret meyvelerini dünyada yemeye cevaz göstermiş bir üstaddan alınan aynı ders-i hakikat, elmas derecesinden şişe derecesine iner.”1 Risale-i Nur talebelerinin Üstad’ı dünyaya tenezzül etmez, tamah ve zillete düşmez, hakikat mukabilinde dünya malını almaz. İlmin izzetini koruyarak dinimizin tüm emirlerini yerine getirir. Ehl-i servet ile alâka kurup onların himmet ve desteğini bekleyen, başkalarının sadakaları ile mal elde eden, dünya işlerinde muvaffakiyetler için dinimize aykırı fetvalar ile ilmin izzetini yere düşürenler Nur talebelerinden ayrı ve farklı bir yolda gitmektedir. Ahiret için kazanmak gerekirken doğrudan rotasını dünya makam ve mevkilerine, yetki ve yönetimlerine, ticaret ve alışverişlerine çevirenler Nur talebelerinin mesleğine sahip olabilir mi? Sâfî ve hâlis Nur hizmeti ile aynı gösterilebilir mi? Onlar da bizim gibi denilebilir mi? Bu soruların devamını ve cevaplarını sizin zihninize ve ferasetine havale ediyorum.
Dipnot:
1- Barla Lâhikası, s. 155.