Büyük bir inkılâp var! Yer gök değişiyor. Aman Allah’ım neler oluyor? Müptelâsı olduğumuz güzellikler, muhabbet duyduğumuz çiçekler, bitkiler, sıcacık hava, her şey yerini başka bir şeye bırakıyor. Yazdan sonra güz mü geliyor ne? Bahar mı gidiyormuş yoksa? Nereye? Ne zaman? Nasıl?
Güneş gizlenmeye başladı bulutların arkasına, cıvıldaşan kuşlar gidiyor topluca, sivrisinekler bile terk etmeye başladı, yapraklar çoktan sarardı, turuncu yapraklar bir bir düşüyor dallarından. Gitme telâşı kaplamış her yeri. Sahi gitmek deyince göz yaşı denen yağmur hiç eksik kalır mı? Gök ağlıyor usulca gidenlerin ardından. Baktığımız her şeye gitmek fon müziği eşlik ediyor sanki. İçimizde derin bir hüzün. İçli içli ağlayası geliyor insanın, kâinata eşlik edercesine…
Firak değil midir insanı en ziyade inciten, hoş geldin mevsim-i hazinâne, sonbahar!
Güz mevsimi, mahlûkatın hüzünlü veda içinde grup etmesi zamanı.
İnsanın bir misafir memur ve her şey geçici, bîkarar olduğunu ilân etmek zamanı.
Giden sevgililere perestiş edenleri şiddetli ikaz zamanıdır sonbahar...
Giden, gelecek olana yer hazırlar aslında. İlkbahar Cemali isimleri neşe ile haykırırken coşar, taşar içimiz. Güz mevsimi ise haşin tahribatın gerçekleşmesi ile Celâli isimleri hatırlatır insana. Celâli isimler merhametin en derin halidir aslında. Lâkin hemen göremeyiz bunu. Gitmek perdesi gözümüze çekilmiş bir kere… Daha dikkatli bakmak belki, derincesine okuyabilmek, rahmeti en ince bir şekilde hissedebilmek. Büyük inkılâplar ve değişimler mânevî yağmurlardır. Tıpkı bahar mevsiminde yağmurlu çamurlu toprak perdesi altında tohumların çiçek olarak tebessüm etmesi. Yani zahiri gördüğümüz çirkin şeyler, güzellikleri netice verir nihayetinde.
Sonbaharın onca haşin tahribatı, hüzünlü ayrılık perdeleri arkasında da büyük bir rahmet gizlenmiş. Kışın soğuğundan muhafaza etmek için merhametiyle bütün çiçek ve hayvancıkları terhis ediyor. Ne büyük bir şefkat. Hafiziyete emanet ediliyor tohumlar. Ta ki gelecek bahara hazır beklesinler. Evet evet idam değil, yokluk değil. Sadece şu an ki vazifelerini bitiriyorlar. Hem gitmek olmasaydı, kavuşmak olur muydu?
Şefkati iliklerine kadar işleyen Bediüzzaman hislerimize tercüman olmuş yaşadığı zamanda.
Denizli hapsi tahliyesinden sonra Şehir Oteli’nin yüksek katında otururken karşısındaki kavak ağaçlarının halka-i zikir tarzında dalları yaprakları havanın dokunmasıyla gayet tatlı bir surette raks etmeleri yalnız kaldığından hüzünlü ve gamlı kalbine ilişir. Birden güz ve kış mevsimi hatırına gelir ve bana bir gaflet bastı der. Neşe ile cilvelenen o nazenin kavaklara o kadar acır ki gözleri yaş ile dolar. Kâinatın süslü perdesi altındaki ademleri, firakları hatırlayıp, hissetmesiyle kâinat dolusu firak ve zevallerin hüzünleri başında toplanır.
Nazar-ı gaflet; dünyayı manevî bir Cehenneme, aklı azap verecek bir alete döndüğü esnada O’nun (asm) nuru gaflet perdesini kaldırdı der. İdam, adem, hiçlik, vazifesizlik, abes, firak, fanilik yerine o kavakların her birinin yaprakları adedince hikmetlerini ve manalarını okur.
‘‘Kimin için Allah var, ona her şey var; Ve kimin için yoksa, her şey ona yoktur, hiçtir.’’
Şimdi uyanalım nazar-ı gafletten, her şeyi hikmetle, mâna ile bir daha okuyalım. Hoş geldin sonbahar!