Konuşma nimetine, “ağzımızdan çıkan kelimeler” deyip geçmeyelim. Zira kuşlar gibi cikciklemiyoruz, bir kedi gibi miyavlamıyoruz, bir at gibi kişnemiyoruz.
Eşrefi mahlûkat olan insana konuşma ikram edilmiş diğer varlıklardan özel olarak. Her bir insana istediği vakit bir şeyler söyleyebilme, derdini anlatabilme imkânı ikram edilmiş. O halde düşünelim. Ağzımızdan çıkanı kulağımız duyuyor mu?
Neymiş bizim ağzımızdan çıkanlar? Lâf mı? Söz mü? Kelâm mı? Hangisi? Hiç düşünüyor muyuz? Ya da bir fark var mı aralarında?
“Bin düşün bir söyle” demiş atalarımız. Ne demek istemişler hiç düşündük mü? Kime, ne için konuşuyoruz, nasıl söylüyoruz? Sözlerimiz karşımızdakinde ne gibi yankı buluyor? Bir bedeli var mıdır konuştuklarımızın?
“Kul, iyice düşünüp taşınmadan bir söz söyleyiverir de bu yüzden Cehennemin doğu ile batı arasından daha uzak bir yere düşer gider.” 1 buyrulmaktadır. Demek atalarımızın ilham kaynağı belki de bu hadis-i şerif olsa gerek. “Bin düşün, bir söyle.”
Ağzımızdan çıkanların dahi mertebeleri var elbet.
Üst mertebeler diyeceğimiz; söz, şiir, atasözü, hadis, kelâm, İlâhî Kelâm.
Alt mertebeler ise; lâf hatta lâf-ı güzaf (boş lâkırdı), küfür, kişiyi toplum içinde mahcup etmek, lâkap vs.
Dilimiz bizi ne derecelere çıkartır veyahut ne derekelere sukut ettiriyor acaba?
Söz bir değer kazanmak istiyorsa, fayda gözetmeli. Fakat bir faydaya haiz olmayıp, gaye taşımıyorsa işte o zaman sadece “lâf” olur ve lâfta kalır.
Söz ile lâf arasındaki farkı bilerek konuşmak ve yaşamak gerektir. Yoksa lâkırtılar dökülür ağzımızdan. Neyi, niçin söylediğimizin bile farkında olmayız. Bırakın başkasına verdiğimiz sözü, kendimize verdiğimiz sözü dahi unuturuz. Çünkü ağızdan çıkan söz değil lâf olmuştur.
Söz ile lâf arasındaki kritik nokta söyleyenin ne söylediğini bilmesidir. Yani sözün bir sahibi ve hedefi vardır. Söz ağızdan bir kere çıkar. Lâkin lâf ise ortaya saçılır gider, sahibi yoktur.
Söz, samimiyet ve ciddiyet taşır. Durup dururken değil, yerinde ve zamanında söylenir. Gerektiği için, gerektiği kadar, gereken kişiye söylenir. Az ve öz olur uzatılmaz. Sözün iması olmaz, açık ve net olur. Bu sebeple söz söylemek bir sanattır. 2
‘‘Bir eser okunacağı veya bir söz dinleneceği zaman evvelâ ‘Kim söylemiş? Kime söylemiş? Niçin söylemiş? Ne makamda söylemiş?’ olan bir kaide-i esasiyeyi nazar-ı itibara almalı.
Ve kelâmın tabakalarının ulviyeti, güzelliği ve kuvvetinin menbaı şu dört şeydir: Mütekellim, muhatap, maksat ve makam. Yoksa her ele geçen kitap okunmamalı. Her söylenen söze kulak vermemelidir. ’’ 3
Lâf olarak kullanılan kelime sözde ve görünüşte aynıdır, ama özü yok, içi boş ceviz gibidir. Lâf, sözün ahlâktan arındırılmasıyla ortaya çıkar. Herkes kendine göre içini doldurup boşaltabilir. Bu yüzden evelenir, gevelenir, esnetilir, yuvarlanıp durur. Atalarımız ‘ Lâfla peynir gemisi yürümez.’ diye boşuna demezler.
Bu yüzden kelâm niyetine edilen “güzaflar” gaf olur.
Gıybetin temel malzemesidir lâf. Sözün ise dedikodusu yapılmaz.
Söz yaşanır, yaşatır ve insanlığımızın farkına varırız. Lâf yaşanmaz boş vaattir, aldatır. Aldanmamak için söz ve lâfı iyi ayırt etmeyi öğrenmek gerek…
Çünkü insan düşünür, sorgular, ölçer, biçer, araştırır, gözlem yapar, istidatlıdır. Bilinçli ve sorumlu her insan bu vasıfları kullanması gerekir.
Söz söylemek için gönül aynamızın saf olması parlak olması gerekir. Kalbimiz ne kadar temizse dilimize de o vurur. ‘‘Bir kulun imanı istikamette olmaz, kalbi istikamette olmadıkça, kalbi de istikamette olmaz dili istikamette olmadıkça.’’ 4 İmanımızın dilimizle doğrudan bağlı olması dilin afetlerinden sakınmamızı kaçınılmaz yapsa gerek. Onun şerrinden korunmanın yolu ise susmak ya da konuşacaksak hayır konuşmaktır. İnsan imanı nisbetinde konuşur. İmanı ne derece ise konuşmasındaki üslûpla imanı anlaşılır. Yani insan içinde ne varsa onu boşaltır. Bal dolu ise bal, zehirle dolu ise zehir…
Sözün serüvenini Hz. Ali ne güzel özetliyor:
Sözün dikildiği yer gönüldür, ısmarlandığı yer düşüncedir, onu kuvvetlendiren akıldır, meydana çıkaran dildir; bedeni harflerdir, canıysa anlamı; süsü düzenli söylenmesidir; düzgünlüğüyse doğru oluşu.
Uzuvlarımızdan en çok isyan eden dildir.
‘‘İnsan sabahlayınca bütün azaları dile müracaat eder ve (adeta) ona şöyle derler: Bizim haklarımızı korumakta Allah’tan kork! Biz ancak senin söyleyeceklerin yüzünden ceza görürüz. Biz sana bağlıyız. Eğer sen doğru olursan biz de doğru oluruz. Eğer sen eğrilir, yoldan çıkarsan biz de sana uyar, senin gibi oluruz.’’ 5
Özellikle susmayı beceremediğimiz biz hanımlar için ise şu hadis-i şerif kulağımıza küpe olmalı: “Dilini aleyhine çıkaracak sözlerden muhafaza et, evin ile meşgul ol, hatalarına ağla! “ 6
Bu hususta 40 yıl sadece âyet ile konuşan kadın gayet ibretliktir. Bizler de şu ahirzaman fitnesi içerisinde 40 yıl Kur’ân ile konuşan kadın gibi ahirzaman ilâcı olan Risale-i Nur hakikatleri ile konuşmalıyız. Sık sık kalbimizi tevbe ile yıkamalıyız ve ibadet ile sulamalıyız. Zira bu hususta sabır kahramanı Eyyub Aleyhisselâmın münacata geçtiği nokta dikkat çekicidir. Kurtlar diline ve kalbine iliştiği zaman Cenab-ı Hakk’a münacat etmiştir.
Yoksa kendi istirahati için değil. Hz. Eyyubun zahiri yaralarına mukabil bizim ise ruhî ve kalbî hastalıklarımız var. İç dışa, dış içe bir çevrilsek daha yaralı ve hastalıklı görüneceğiz. Çünkü işlediğimiz her bir günah, kafamıza giren her bir şüphe kalp ve ruhumuza yaralar açar. Kalbimizi siyahlandıra siyahlandıra iman nurunu çıkartıncaya kadar katılaştırır.
İmanın tercümanı olan lisanı zikirden nefretkârane uzaklaştırarak susturur. 7 Bu yüzden tevbe kapısını çalıp bu zamanda kor ateşi elde tutabilmek kadar zor olan imanı muhafaza etmek gerek ki dilimizle söylediklerimiz can yakmasın hayat versin. Zorlandığımız taktirde ise Hz. Musa’nın duâsı olan; ”Ey Rabbim. Göğsümü aç, genişlet. İşimi kolaylaştır. Dilimde bulunan düğümü çöz de, anlasınlar beni” 8 dilimize duâ olsun inşallah.
Kizb ile sıdkın bir arada satıldığı ahirzamanda Risale-i Nur hakikatleri ile konuşalım demiştik. Bunun için kana kana içmek lâzım deryadan. Bediüzzaman’ın son vasiyeti olan “okumak, okumak, okumak” şuuru ile okuyup, hazmedip dilimize kelâm edebilelim, halimize ahval edinebilelim inşallah. Çünkü asrımızın ilâcı Risale-i Nur eserleri Kur’ân’dan süzülmüş “SÖZLER”dir. Sözler Kur’ân’dan süzülmüştür. “Kur’ân’ın bir nevi tefsiri olan Sözlerdeki hüner ve zerafet ve meziyet kimsenin değil, belki muntazam güzel hakaik-ı Kur’ânîyenin mübarek kametlerine yakışacak mevzun, muntazam, üslûp libasları, kimsenin ihtiyar ve şuuruyla biçilmez ve kesilmez. Belki oların vücududur ki öyle ister ve bir dest-i gaybidir ki o kamete göre keser, biçer, giydirir. Biz ise içinde bir tercüman, bir hizmetkârız.” 9
Hakikî bir tercüman ve hizmetkâr olabilmek duâsı ile …
Dipnotlar:
1- Buhari, Rikak 23. 2 - Yalçın Kireççi 3- Sözler, Konferans. 4- Ahmet İbni Hanbel. 5- Tirmizi, Zühd 61. 6- Tirmizi. 7- Lemalar, 2. Lem’a.
8- Taha Sûresi 25-2. 9- Mektubat, 28. Mektup.