Cumhuriyetin ilânından önce kurulan Halk Partisi, yüzyılı aşkın süredir bir türlü istikrar bulamadı. 1950’de önce, hiçbir partiye hayat hakkı tanımayan o partiyi, 1950’den sonra bu aziz millet ona tek başına iktidar olma şansını tanımadı.
Hadiselere Kur’ân’ın dürbünüyle bakan Hz. Bediüzzaman, kalbe gelen bir ihtarla, bu necip milletin o günahkâr partiyi kat’iyyen iktidara getirmeyeceğini daha 1950’lerin başında ifade ediyor. Aradan geçen yetmiş küsûr senelik zaman dilimi, Hz. Üstad’ın o isabetli sözünü teyid ve tescil ettirdi.
•
O partinin adeta karakteristik özelliği haline gelmiş olan söz konusu istikrarsızlığının bir sebebi de, parti genel başkanlarının kişiliğinde görünüyor. Partinin genel başkanları değiştikçe, partinin millet ve memleket meselelerine bakışı gibi, partinin kadroları ve iç dengeleri de değişmeye başlıyor.
Garip bir tecelli de şudur ki: Şimdiye kadar o partinin başına gelen halef-selef bütün genel başkanları birbirine küs, kırgın ve dargın gittiler. M. Kemal’den İsmet Paşa’ya, Paşa’dan Ecevit’e, ondan Baykal ve Erdal İnönü’ye kadar, istisnasız tamamı, araları hep bozuk şekilde göçüp gittiler. Hayatta kalan son iki genel başkanın durumu ise, umumun gözleri önünde, yine aynı tarz bir seyir takip ediyor.
•
Sn. Kılıçdaroğlu hariç, o partinin bütün genel başkanlarının ortak bir özelliği de, hep dine muarız olmaları, dinî hayatın inkişâfından rahatsızlık duymaları ve dindarlığı gericilik-yobazlık şeklinde görmeleri ve göstermeye çalışmalarıdır.
Özellikle son yıllarında dinî kesim ile bir yakınlaşma eğilimi içine giren Kılıçdaroğlu’nu, bu kez partisi affetmedi. Onu hem genel başkanlık koltuğundan indirdi, hem de onun kadrolarını partiden tasfiye etmeye yöneldi.
Bu zaviyeden bakıldığında da, parti içi çekişme devam ettiği gibi, iktidar-muhalefet ilişkilerinde de henüz istikrar sağlanabilmiş değil. Öyle ki, zaman zaman sanki iktidarın güdümünde bir ana muhalefet partisiymiş
gibi şüpheli bir görüntü yansıtılıyor. Oysa, demokrasilerde böyle şey olmaz.
Keza, mevcut genel başkan yönetimindeki partinin yeni dönemde nasıl bir muhalefet stratejisi takip edeceği meçhul iken; ayrıca, onun “emanetçi bir başkan” olup olmadığı hususu bile tartışma götürür bir vaziyete büründü.
•
Öte yandan, son anda Cumhurbaşkanlığına adaylığını koyan Kılıçdaroğlu’nun da istikrarlı bir siyasî tavır takınmadığını görüyoruz.
Başlangıçta, öyle bir şeye niyetli olmadığını izhar etti. Hatta, “Altılı Masa”nın kuruluş safhasında da farklı bir profil sergiledi. Esasen, kendisinin CB adayı olacağını ilk başka belli etmiş olsaydı, sonradan dağılan o Altılı Masa, yahut o Millet İttifakı belki de hiç teşekkül etmeyecekti.
Bu noktada en ufak bir şüphesi bulunanlara şöyle bir tavsiyemiz olacak: Lütfen internetten bu konuyu arayıp taratsınlar. Görecekler ki, karşılarına Kılıçdağroğlu’nun “Partili Cumhurbaşkanı adaylığı”na dair, bir tv programında kendilerinin gayet net bir reddiyesinin çıktığını göreceklerdir. Hatta, işin içine namus-şeref meselesini de ekleyerek konuştuğuna şahit olacaklardır. Diyor ki meselâ: Ben kesinlikle partili bir Cumhurbaşkanı olmak istemem. Çünkü, CB seçilen kimsenin “tarafsız kalacağına dair namusu-şerefi üzerine yemin” etmesi gerekiyor. Ben bir partinin genel başkanı olarak nasıl tarafsız olabilirim ki, kalkıp bu şekilde yemin edeyim. Namus-şeref bu kadar basit mi, bu kadar ucuz bir şey mi…
İşte, bu tarz açıklamalarına rağmen, o tutup son anda CB adaylığını ilân ederek, bir nevi kendi kendini tekzip etmiş oldu.
•
Son bir nokta: Üstad Bediüzzaman, 1946’da Halk Partisi Genel Sekreterliğine seçilen Hilmi Uran’a hitaben yazmış olduğu mektupta, “inkılâp kusurlarını üç-dört adama vererek, onlarla aidiyetlerini kesmeleri” tavsiyesinde bulunur. Ne var ki, aradan geçen seksen yıla yakın zaman zarfında, bu tavsiyeye hiç uyulmadığı gerçeği apaçık ortada.