Dünyanın fotoğrafını, yaşını görüyorsun Selim Ali. Çok yaşlı, öldü ölüyor gayrı da… hâlâ kavgacı, ırkçı, ölümüne de ölümden kaçan zamanlardayız.
İnsanın insana köle olduğu…
Adım başı muhabbetin ve yan yana, can cana durmanın ötelendiği…
Çok zengin görünen ama fakir bir çağ…
Dünya çok tantanalı, şamatalı, gürültülü vurdumduymaz… Bu cehalet, bu fukaralık, bu kavgaseverlik hoş mu ki bu kadar baştacı ediliyor?! Hoş -değil ama sözün gelişi hoş- dün de vardı bu dediklerimiz bugün de var yarın da olacak fakat kötü; örnek olur mu?!
İki yüzlü, çok yüzlü; belki de yüzsüz bir çağdayız o zaman. Öyle bir ç/ağa düşmüşüz ki sorma! Hizası/esareti, cezası bol bir çağ…Herkes aynı sırada olsun isteniyor. Göz önünde olacaksın; ne yaptığını görecekler. Tek başına olsan da seni tek bırakmıyorlar. Yoklukta, susmakta sormamakta eşit hâle getiriyorlar.
Kim bunlar -gemi azıya alanlar- Bilgin Abi? Dibimize kadar sokulup dibimizi oyanlar?
“Dostlarım içinde çok münafık var.” sözünü okuduğumda Son Adam’ın… çok mu çok şaşırmıştım. “Çok” sıfatı ürkütücüydü.
Bu dünya birkaç aileye yeter ötekiler “öte” dursun diyorlar. Diyorlar ama bu sefer kıskançlıklar, korkular, hasetler yan bakışlar, içi başka dışı başkalıklar başlıyor.
Sonra?
Hile, hırsızlık, yolsuzluk, israf, iflas, çöküş… Törenden/resmiyetten geçilmiyor da ciddiyet yani işin hakkını verenler nerde? Ara ki bulasın! Enelerin öne çıktığı bir yerde de kavgadan başka ne çıkar ki?!
Müjdeli bir şey yok mu diye aynalara koştu Selim Ali. Var diye, olmalı diye bir çığlık duydu ta içinden.
Zira bu yalanlardan, sanal âlemden bıkmıştı. Artık samimiyete ihtiyacı vardı hem kendisinin hem bütün bir insanlığın.
Aslında zor; zor olduğu kadar da müjdeler dolusu bir çağdı. Kainatta bir denge vardı sonunda. Derken… gecenin sonu seher; kışın sonu bahar diyen Bilgin Abi’nin sesini duydular. Bir yerde kötülük saltanat kurmuşsa iyilik alıp başını gidemezdi.
Kitaplarda Deccal‘ın ve İsa’nın aynı çağda geleceğini okumuştu. Deccal darmadağın etmeyi; İsa toplamayı temsil ediyordu. Deccal körlüğün ve ümitsizliğin; İsa basiretin ve beşaretin kendisi hem sembolüydü.
Bütün kötülüklere karşı son zamanda İsa’nın etrafında toplanmaktan başka yollar oyalar ve neticesizdi.
Son zamanın son iki sahnesi vardı:
Deccal ve adamları…
İsa ve havarileri…
Başka var mıydı? Aslında şiirlerde, resimlerde, romanlarda sık sık görmeli değil miydik bu sahneleri? Fakat zor konular… Perdeli… Mecazlı… Bir yazıyı bağlamak, tuvale son fırçayı değdirmek kolay mıydı?
Konuşmak, yazmak, işlemek, anlamak, anlatmak için “mühimmat” gerekiyordu. Kalem ve kağıttı bu şimdi dijitale kaydı. “Kaymayan” da çok bir şey kalmadı gerçi. Kolaylaşır sandım hayat bunlarla da öyle de olmadı. Bunu da böyle görmek ifrat mı tefrit mi? O zaman vasat nerde; hayatın kendisi dediğimiz? Teknolojiyi çatır çatır kullananların arasına tefrika mı atmış oluyorum Bilgin Abi?
Geçenlerde bildik bildik konuştu biri. Durup dururken İsa’yı öldürdü. İş alevlendi. Bir gazete: “Hazreti İsa ölmedi.” diye manşet attı; başka atanlar var mıydı; bilmiyorum.
Hele bak; İsa ölmüşmüş! İnsan bilmediği konulara girecekse temkinli olmalı. Araştır biraz. Birinci Mektup’ta (Mektubat) kaç çeşit hayat varmış gör. İsa geldi mi, gelecek mi, geldi gitti mi; orada onu da göreceksin de… sizler okumuş üflemiş olduğunuzdan sözüm size değil.
Hıristiyan âlemi de size güler.
Ya bilmiyorsunuz ya da zihin bulanıklığı veriyorsunuz.
Son perde İsa ve Deccal karşılaşması çağı… Konuyu dağıtmayın. İlim giyinin ilim de cübbenin hakkını verin. O neşrettiğiniz ama camilere koymaktan korktuğunuz Mekktubat’ı okumadığınız belli. Makamı doldurmuyorsan boşaltacaksın. Başarı yoksa dışarı…”