-İrfan Mektebi’nin talebesine yol selâmetliği ile güle güle…-
Muhsin Demirel de gitti, Selim Ali!
Dünya biraz daha şiirsiz, biraz daha hatsız, biraz daha hattatsız, biraz daha İstanbul beyefendisiz kaldı.
Çığlık ve biraz çılgın ve biraz tek başına yürüyen bir adamdı. Net bir sûretti. Dünya ile çok da arası yoktu.
İstanbul’a bunca âşık birisinin İstanbul’dan başka bir yeri mekân tutması da garibime gider.
Ve bir gün sizde izi, sözü olan birisinin dünyayı bitirdiği haberini duyarsınız.
Derinden bir hüvel Bâkî dediğini duyduk Bilgin Abi’nin. Ya Bâkî entel Bâki… cümlesi de bizi tesellî etmeye yetti.
“Hayat apartmanı yıkılıyor.”
Sağım solum boşalıyor. Benden bir öncekiler de bir sonrakiler de bir bir elvedâ diyor.
Çoğuyla vedâlaşamıyoruz bile.
Ölmez sandığım babam da öldükten sonra dünya o sıra sıra pullar gibi titreşir oldu gözümün önünde.
Kaçınılmaz bir yolculuğun bu sürati baş döndürücü.
Şu çocukluk arkadaşımdı, şu orta okuldandı, şu lisedendi, şu üniversiteden…di… gitmişler, gidiyorlar.
Dünya böyle miymiş Bilgin Abi?!
Ayrılıklar derinden sar(s)ıyor beni de…bana da gelecek bu, sana da…
Bir gün şu çay masasında, tanıdık/tanımadık başkaları oturacak.
“Menzile varmadan her yolcu bir yerde ölür.”
Herkesin bir acelesi var ama ölümün hepsinden önce Selim Ali. Bir de ölümün arkadaş olmadığı, koluna girmediği “yaş” yok.
Fabrika yarım kalabilir. Romana daha yeni başlamış olabilirsin. Kafanda bir sürü şeytanlık gezinebilir. Bir hayrı yaptığının hazzındasındır. Dünyayı işgale kalkmak üzeresin. Gözünü hırs bürüyebilir. Diploma almana iki gün vardır. Bahçenin duvarı için taşlar getirtmişsindir. Yazlık, kışlık yerler yapıyorsun.
Ne gam! Ölüm duymaz, görmez bunları. Vakti saati geldi mi alır götürür seni. Sen ölümü hiç tanıma istersen. Aklına, hayaline getirme! O herkesi tanır. Nereye kaçarsan kaç. Gafletini istediğin kadar çoğalt. Kalınlaştır kat kat. Derin uykulara yat. Tık diye bir kalp duruşuyla, tak diye bir vuruşuyla uyandırır seni ölüm; “ölüm” uykusuna.
Kaldı mı paraların bankada… Koltuğun köşede… Kullanmaya kıyamadığın eşyaların orda burda… Ya o özel eşyaların; kendinden bile sakladığın?! Arabaların garajda… Teknelerin marinada… Uçakların hangarda… İster küçük bir evdesin, ister saraylarda; ne fark eder ki? Ölüm onu da ötekini de aynı iştahla yutuyor, yutacak, yuttu Âdem’den bu yana.
Bir şey bıraktın mı yarına? Seni kimler, niye unutmasın? Koş da aynalara sor hele, Selim Ali; nasıl gideceksin öteye?
Gözüne gönlüne tefekkürler doldurup ve sonsuz güzelliklerin çekirdeğini götüreceksin buradan. Çiftçiler gibi elinde eteğinde ne varsa ek bu tarlacığa diyor, Bilgin Abi sık sık Selim Ali.
Bu tavsiyeyi tutmadıysan daha ne ki dünyada bulunmanın hikmeti, hakikati, nezâketi, sûreti, sîreti Selim Aliii!
«
İRFAN MEKTEBİNİN TALEBELERİNDEN
Muhsin Demirel… Ta gençliğimden tanırım. Fırtına gibi biriydi. Gözleri ateş kaçağı idi. Dudaklarını öne atar konuşur, konuşurdu. Ben Ziverbey’de; onlar Cerrahpaşa’daydı. Haftada mı, ayda mı evlerinde adına “İrfan Toplantıları” dediğimiz buluşmalarımız olurdu. Meğer bilmeden bir hazinenin içine düşmüşüm. Çay demlenir, sohbet demlenirdi.
Burnumda tüten o nadir günlerden… Ne kadar devam etti; bilmiyorum ama ilk “Edebî Mektep” benim için orasıdır. Üniversitede bile olmayan o iklim unutulur mu? İlk susuzluğumun kandığı yerdi Muhsin Demirellerin evi.
Çok istedik daha öyle şeyler olsun diye de olmadı, olmuyor.
İrfan Mektebi’nin müdavimleri kimler diye soruyorsun, Selim Ali de… aklımda çok kalmadı öyle. Arada gelip gidenler dışında müdavimler vardı. Ülke karanlık günlerini yaşıyordu. Bu hep devam edecekmiş meğer; bugün yarın bitecek derken. O günlerde (kontrollü) anarşinin yanında hürriyet de yok sayılmazdı hani.
Aklımda kalanlara gelince o mektepten… Niyazi Birinci. Müstear adıyla Yavuz Bahadıroğlu vardı. O epey yol almıştı zaten hikaye ve romanda.
Oradakilerin ağızlarından dökülen benim için çok önemliydi. Not tutmadığıma üzülürüm. Aklımda kalır sanıyordum; hayır.
“Verba volant; scripta manent./Söz uçar; yazı kalır.”mış.
«
Selahaddin Yaşar. Müstear adıyla İslam Yaşar. O da aldı yürüdü sonra. Hikaye ve romanlarıyla.
«
Mustafa Yılmaz. Şair. “Yıldızları devirmekten korktular…/Ve alçaktan uçuyordu martılar.” diyerek istikbale göz kırpıyordu amma sonra ne oluyorsa bazıları başladığı işi bırakıyor. Eh, şiir parasız bir iş; ondan mı?! Çok işçilik isteyen yoruculuğundan mı bilinmez; mısralar öksüz, yetim sahibini bekliyor.
«
Muhsin Demirel’in ses tonu, konuya hâkimiyeti söze başlarken kendini belli ederdi. Mevzuya derinden girerdi. Ortaya bir mesele atar; dalar giderdi. Nerden bulurdu malzemeyi, nerelere götürür; biz dinlemeye koyulurduk. Konuşma iştahına, bıktırmazlığına, ciddiyetle karışık tebessümüne bayılırdım. Saatlerce konuşabilirdi.
Sonra kim dediyse biri, şiiri bırakmasını “tavsiye” etmiş. Şiir inceliğini hat inciliğine devretti. İkisini birden yapsaydı edebiyat dünyasında yeni bir akımın öncüsü olmaya namzetti. Maksût eserse mısra-ı berceste kâfidir, fehvasınca Muhsin Demirel şiire de mührünü vurmuştur. Hiçbir şey yazmasa bile “Fetih Nesli” şiiri, şâirliğine yeter de artar. Ama o hattat olarak sonsuz bir hat çekti gitti. Hattı açık ola…
O mütevazı evdeki engin, zengin, nâzenin sohbetlerin tadı dimağında, hayalimde ve bütün benliğimde dipdiri durur hâlâ, Selim Ali.