Türkülerle aran nasıl, Selim Ali? Yok, yok; türkü malûmatına dalma niyetim pek yok şimdilik de ilerde belki. Ne diyecektim; türküler her milletin ölümü ve düğünüdür; bunu da bilmeni isterim. Bazı türküleri dinlerken de kaybolup giderim. Zor da gelirim oralardan. “Düğün” dediğime pek bakma; acılar yoğurmuş şu bizim topraklarımızı. Bunları derken bile içim doluktu; iyi mi! Haa, -bu arada- türküler en saf şiirler, diyor, Bilgin Abi. Oturup bir gün Bilgin Abi’den “türkünün türküsünü” dinleyelim. Bedri Rahmi’yi demeden gitme diyor bana da.
Sohbette insibağ/boyalaşma var, derler Selim Ali. Gökyüzünden konuşurken uçarı bulutlar sırnaşıp gelir. Kuşlarsız olmaz. Gecesine yıldızlar takılır. Ay, karanlıktan korkmayalım diye dedelik yapar. Derken güneş doğar.
“Gökyüzü” deyip geçemedik bak. Ben de Neşet Ertaş’tan bir hayat fotoğrafı sergileyip geçip gidecektim başka yerlere derken “başka” yerlere geldik. Konuşmak böyle, yazmak da beste yapmak da resim de…
Kelimeler bir fırtına gibi alıp götürür kalemi. Besteler dalgalı denizde bir gemi olur yol alır. Tuvale fırça darbelerinden gönlümüzün renkleri sızar.
İşte böyle böyle hayatın haritası çıkacak ortaya.
Unutmadan o zaman Bilgi Abi’nin dediği mısralardan birkaçını diyeyim türkü üzerine:
“Ah bu türküler, türkülerimiz!
Ana sütü gibi candan,
Ana sütü gibi temiz…
Ana sütü gibi ak…
Şairim…
Şiirin hasını ayak sesinden tanırım.
Bir köy türküsü duymaya göreyim;
Şairliğimden utanırım.”
Türküler böyle demek; yakamıza yapıştı; konuş beni, diye.
Hakkı var, diyor Bilgin Abi. İnsan kendinin bir parçasını bırakıp gidemez ki… Onunla gider öylece. Ayrılıkları, aşkları, fânî dünyanın ettiklerini; dillerden tellere indirenlerden Neşet Ertaş’ın o sözüne geldik nihayet. İnsanın derdi ne kadarsa gülüşü de o kadar güzel olurmuş.
Derin bir nefes aldıktan sonra Bilgin Abi, gece ve gündüz gibi, demirin ateşte gülüşü gibi diyecekti bu söz için.
Çok dertlendik bugün yine Selim Ali. Günlük defterinin arasında gezinen parmakların, sayfaları çevirsin bakalım. Bilgin Abi’nin çoğalttığı yaşamakları dinleyelim.
«
İSİMSİZ ÖLMEK
Unutuyoruz “misafir” olduğumuzu. Oturamayacağımız evler yapıyoruz. Kalpler kırıyoruz bol bol. Dünyayı gürültüye boğuyoruz, paylaşamıyoruz. Çocuklar gibiyiz, demiyorum; büyükler gibi de değiliz! Anlaşılır gibi değil! Çoğumuz “isimli” doğuyor; “isimsiz” ölüyoruz.
«
SABAH OLURKEN
Sabah ezanları başladı; şehir uyuyor.
Direniyor gece! Son bakışları ışıkların gecede. Birazdan gece de ışıklar da... güneşe teslim olacak.
«
BÜYÜMEMİŞ BÜYÜKLER
Savaşı büyükler çıkarıyor; hepsi de diplomalı… Okulları sil baştan ele alsa dünya. Okulsuz ve savaşsız hayatlara başlasak... İyi ki diploması yok Yunus Emre’nin... Karacaoğlan okusa “cahiloğlan” olacaktı belki de!
«
HAYAT YANSIMALARI
Baktım kendini terk etmiş dünya... Savaşlar, savaşlar… Unutmuş insan, insanı.
Baktım kalbim yaralı... Kuşlar pencerede merhamet dilenir. Sokak kedileri can can gözleriyle: “Ya Rahim... Ya Rahim... söylemekte…
Baktım mevsimlere bakan yok! Kendini unutan çok... Gafletim boyumu aşmış; kimseye diyecek sözüm yok.
Baktım güneş doğuyor her gün. İnsanım ve bana ümit gerek… Çekirdek; çiçek, meyve gülüyor. Evet, insanım; isyana, ümitsizliğe hacet yok. Yare çok amma çare de çok...
«
İLK TANIŞIKLIK
Kendini tanı; her şeyi tanıyacaksın.
«
KALEM (1)
Kalemini kırar hâkim; ortalık buz... Sessizlik konuşur meydanda; gümbür gümbür ölüm konuşur!
KALEM (2)
Kalem kullanmıyoruz gibi… Kırıksa kalemlerimiz; ayaktaki ne peki?
«
PEŞİMİZDEKİ
Bir ömür köşe bucak saklanıyoruz;
Ölüm yakalıyor bizi!