1970 senesinde, Risale-i Nurlar ile müşerref olduktan sonra, aynı sene neşriyat hayatına başlayan Yeni Asya gazetesini de okumaya başlamıştım.
Daha önceki senelerde aldığımız, M. Şevket Eygi’nin Bugün gazetesine şiir yolluyordum. Gazetemizi tanıdıktan sonra, artık, daha ziyade makale olmak üzere, yazdığım edebî çalışmaları, oraya yollamaya başladım.
Mütecessis bir karakterim olduğundan, her şeyi inceliyordum. Cemaat ve gazete, bir ailem gibi olmuştu. Gazetenin, reklâm ve ilânlarına kadar, her şeyi okuyor, gazetede yazanları da tâkib ediyordum. Kadîm yazarlardan başka, bizim gibi gençlerin de isimlerini öğreniyordum. Yani, o senelerde, kimlerin yazdığını, iyi-kötü biliyordum.
O zamanlar şiir yazan “Bilâl Yaprak” ismini de tanımıştım, takip ediyordum. Daha sonraları, ismini “Mikâil” olarak değiştirdi ve nesir, yâni, makale yazmaya da başladı. Artık takip ediyorduk. Gıyaben, birbirimizi tanıyorduk, ama vicâhen, yüz yüze hiç görüşmemiştik. Hatta sonradan mülâkî olduğumuzda, konuştuğumuzda, 1976 Van Mevlidi’nde bile beraber olmuşuz, ama işte nasip, tanışamamıştık. Yüz yüze tanışmamız, on-on beş sene evvel olmuştu. Birbirimizi de iyi tanıdığımızdan, hemen kaynaşmış, samimî olmuştuk.

Aynı yaşta idik (gariptir, bir iki sene içinde Bursa’da vefat eden aynı sene doğumlu; yine Vanlı Mustafa Öztürkçü ve Bursalı Hüseyin Dursun kardeşimizden sonra, Mikâil, üçüncüsü oldu) Erzurum üniversitesi Almanca bölümü mezunuydu. Van’ın renkli siması, rahmetli İsmail Yaprak ağabeyin de kardeşiydi. Van Alpaslan öğretmen mektebi başta olmak üzere, Türkiye’de muallim ve idarecilik yaptığı gibi, Avusturya’da da, uzun seneler aynı vazifesini devam ettirmişti. Ve oranın Yeni Asya temsilciliğini de deruhte etmişti. On sene kadar önce Avusturya ziyaretimde, Viyana dershanesine gitmiştim, görüşebileceğimi tahmin ediyordum, ama biraz uzak ve işi olduğundan gelememişti. Gece, otelime gidinceye kadar, “Belki gelir” diye bekledim, ama gelemedi. Daha sonraki senelerde Almanya’da yapılan “Nur’un bayramı” programında bir araya gelmiştik.
Daha sonra emekli olup, Bursa’ya gelip, Nilüferköy’e, oğlu Süleyman kardeşimizle beraber yerleşmişlerdi. Bursa Işıklar Askerî Lisesinde yedek subay muallimliği yaptığı için, Bursa’ya karşı bir aşinalığı ve muhabbeti olduğundan dolayı buraya yerleştiğini söylemişti. Burada olduğu zamanlarda, bazı yerlere, hizmet mekânlarına beraber gidiyorduk. Onlara yakın olan Mudanya sohbetlerine de beraber gitmiştik, dersaneyi tanıtmıştık ve artık oranın sohbetlerine, oğlu Süleyman ile beraber gidiyorlardı.
Aslen Vanlı olduğundan, bazen Van, bazen Avusturya, bazen de Bursa’ya geliyordu. Bir gün takılmıştım “Ya kardeş, bazen Bursa, bazen Van, karabatak kuşu gibi, bir orada, bir buradasın, gel artık özledik” demiştim de, gülüşmüştük. Çoğu zaman, hassaten de, cemaatî mes’elerde görüşür, fikir teatisinde bulunurduk. İskân ettiği Nilüferköy’de, gazetemizin ilk foto muhabirlerinden, İngiliz asıllı Zafer Ali’nin de oturduğunu söyleyince sevinmiş ve “Bir gün ziyâretine gidip, eski günleri yâ’d edelim” demişti. Ama gitmek nasip olmadı. Daha sonra Zafer Ali vefat ettiğinde, orada bulunamamanın üzüntüsünü ifade etmişti. Şimdi aynı Zafer Ali’nin cenaze namazının kılındığı camiide namazı kılındı, aynı kabristana da defnedildi.
Geçtiğimiz senenin 1 Kasım akşamı, gazetemizdeki “yazarlar toplantısında” bulunmuştuk. Gazetenin yarım asrı mütecaviz yazarları olarak, Selâhaddin (İslâm) Yaşar, Abdil Yıldırım ve ben yan yana oturuyorduk. Gözlerim onu aradı. “Keşke, Ahmed Özdemir ve Mikâil de gelseydi de, kadîm yazar kadrosu tamamlansaydı” diye içimden geçirmiştim ve arada, arkalara bakıyordum. Bir ara baktım, arka sağ çaprazımda oturuyor. Birbirimizi gördük, el işaretiyle selâmlaştık ve işaret ederek, yanımıza gelmesini söyledim. Yerinden memnuniyetini işaret etti. Arkadan, bir hareketlilik ve sesler geldi, onun olduğu yerde bir kargaşa oldu. Hemen fırlayıp gittim. Normal bir şey sandım, ama değilmiş. Hemen ambulans çağırılıp hastahaneye kaldırılmış, o günden beri de, hastahanelerde yatıyordu. Hastalığının ilk zamanında yazdığım bir makalede teferruatını zikretmiştim.( https://www.yeniasya.com.tr/osman-zengin/mikail-yaprak-kardesime-sifalar-diliyorum_604033)
Mart ayı başında, Mudanya Devlet hastahanesi acil servisinde yoğun bakıma alınmış, normal yoğun bakım ünitesinde yer bulunamamış. Hastahane müdür muavininin tanıdığı olan bir dostuma söyledim. Biraz sonra aradı “Ağabey, orada Mikâil diye biri yokmuş. Ama Bilâl varmış, o olmasın” dedi. “Evet” dedim. Bizim doğuda, bazen böyle çift isimler kullanılır, işte, o da bazen böyle sıkıntı çıkarıyor. Neyse, neticede, Van eski milletvekili arkadaşımız Hacı Biner’in de devreye girmesiyle, oranın yoğun bakımına yatmasına vesile olundu.
Hep takip ediyorduk. Dün (17 Mart 2025 ve aynı günün Ramazan’ında) vefat haberi geldi. Allah rahmet eylesin, makamı Cennet olsun. Tam bu makaleyi yazarken, Mustafa İsmail’den Kur’ân tilaveti dinlerken, “küllü nefsin.. (her nefis ölümü tadacaktır)” ayetini okumaz mı? Tevafuk işte.
Camiamızın, hanımı ve çocukları Ömer, Süleyman, Betül ve Hasan kardeşlerimizle, akrabalarının da başı sağ olsun. Onun, ölüm ile alâkalı Mehmed Güntay kardeşimize yazdığı bir şiirin son mısraı ile makalemizi hitama erdirelim.
“Daha çok yazacaktım, lâkin zihnim yardım etmedi.
Bekada birleşiriz, bu ömrümüz yetmedi.”
İnşaallah Mikâil kardeşim! Rabbimiz, hepimizi, Cennetinde buluştursun!