Siyaset teorisyeni Eyal Chowers’e göre “Siyonizm, Nietzsche’ci ve Marksist temaların benzersiz bir karışımı olarak ortaya çıktı...
Siyonizm insanın dünyadaki güç elde etme duygusunu gerçekten serbest bırakabilmek için tarihin kutsallığını yitirmesini (dinî ve metafizik anlamlarını yitirmesini) ve genel bir sekülerleşmeyi gerektiriyordu.”
Bu tanım aslında Said Nursî’nin “İkinci Avrupa” tasnifiyle örtüşmekte. Bu fikir altyapısına sahip olanlar objektif ahlâkın varlığını reddederler. Gücün ve iradenin, doğru ve yanlışın ötesinde tutulduğu bir ideoloji, ahlâkî sorumluluklardan kopar ve sadece kendi vizyonunu gerçekleştirmek için ne gerekiyorsa yapar. Bu zihniyete göre, amaçları gerçekleştirmek ve güçlü olmak için soykırım yapmak, sadaka vermek kadar temizdir.
Her ne kadar bu zihniyet, toplumların çoğunluğu tarafından benimsenmesi zor bir yaklaşım gibi görünse de, birçok insan farkında olmadan buna hizmet etmektedir. Ekonomik refah arayışının ve hazcılığın ahlâkî bir yaşamın önüne geçtiği, etrafımıza çizdiğimiz tüm sınırların ortadan kaldırılması gerektiğini savunan, “geleneksel”i “geri kalmış” ile eş tutan ve bu yaşam biçimini “liberal” bir özgürlük olarak pazarlayan bir dönemde yaşıyoruz. Bu çağın bireyleri, öncelikli amaçlarını maddi refahın maksimize edilmesi olarak belirlemiş durumda.
Bireyciliğin aşırılığa vardığı bu süreçte, insanlar neredeyse şizofrenik bir tavırla hem kendi çıkarlarını maksimize etmeye çalışıyor hem de bir toplumun parçası olma iddiasında bulunuyorlar. Ancak, “Her koyun kendi bacağından asılır” atasözü gerçeği yansıtmıyor. Bir toplumun bireyleri dayanışma içinde yaşamazsa, o toplum zamanla çürümeye mahkum olur. Gerçek anlamda bir dayanışma için, bireylerin kendi çıkar ve zevklerinden ödün vermesi gerekir. Ancak bugünün dünyasında, bencillik ve hazcılık öylesine derinlere işlemiş ki, insanlar bunu gerçekleştirmekte büyük zorluk yaşıyor.
Geçen hafta bahsettiğimiz Birinci Avrupa’yı temsil eden insanlar ise bugün Avrupa’da yaşıyor olmalarına rağmen maddî çıkarlarının tersine hareket etmeyi göze alarak, dünyada yaşanan zulme ve soykırıma ses çıkarıyorlar. Onlar, “amaçlar her şeyi meşru kılmaz” diyerek yıllarca biriktirdikleri maddî kazançları ve toplumsal konumlarını riske atıyorlar. Bu tavır, bireycilikten öte, evrensel insanlık değerlerinin savunulmasıdır. Onlar için maddî refah, bir değer değil, ahlâkî sorumlulukların önüne geçmemesi gereken bir araçtır. Bu yüzden, sahip oldukları konum ve imkanları tehlikeye atarak, adaletsizliklere karşı duruyorlar.
Gerçek anlamda ahlâkî duruşu gösteren de bu tür bir fedakarlıktır.
Bu bağlamda, Uluslararası Af Örgütünü, İnsan Hakları İzleme Örgütünü, İspanya’nın, İrlanda’nın, Belçika’nın ve Norveç’in hükümetlerini, Jean-Luc Mélenchon’un liderliğinde son seçimde çoğunluğu sağlayan Fransız sol bloğu, ve İngiltere’de, Almanya’da, ABD’de kendi hükümetlerini soykırıma destek vermekle suçlayan ve buna karşı protesto düzenleyen bireyleri dikkate almalıyız. Elbette, bu yapılar ve bireylerle her konuda aynı fikirde olmayabiliriz ancak İkinci Avrupa zihniyetine karşı ortak bir zeminde buluşmak, hepimiz için zorunlu.
Geçtiğimiz yıl, dünya açısından bir dönüm noktası oldu. İnsanlık, bu zihniyetin vahşetine reddedilemez şekilde tanıklık etti. Artık bu noktada bize düşen görev, dünyanın dört bir yanındaki vicdanlı bireylerle bir araya gelmek ve amacı uğruna her türlü zulmü meşru gören ideolojilere karşı ortak bir direniş sergilemektir. Said Nursî’nin Birinci Avrupa tasnifini bu doğrultuda değerlendirmeliyiz.