Geçtiğimiz hafta Türk Dünyası Ortak Alfabe Komisyonu, 34 harften oluşan yeni “Türk” alfabesini duyurdu.
Bu haber, bizi, her üzerinde düşündüğümüz-de ruhumuzu sıkıştıran bir hususta yazmaya itti.
Aslında Türk libası giymiş fakat kökeni Latin olan bu harflerin topraklarımızda “baskın” ve “baskıcı” hale gelmesi çok da eskiye dayanmıyor. 1928’de Mustafa Kemal’in Arapça harfleri tamamen kaldırıp Latin alfabesini cebretmesinin amacı, Türkiye’yi kendi imajına göre modernize etmek ve batılılaştırmaktı. Bu değişiklik, ayrıca Osmanlı geçmişinden kopuşu amaçlıyordu. Oysa ki kendisi de bir Osmanlı kumandanı olan M. Kemal ve diğer bütün Osmanlı Türkleri’nin anadili Arapça değil Türkçeydi. Kullandıkları alfabe yüzyıllarca Arapçaydı. Tıpkı bugün Türkiye’nin resmi dilinin Latince olmadığı gibi.
Kemalistlerin tahminlerinin aksine biz Latin harflerinin öğretilmesine karşı değiliz. Biz ayrıca “Osmanlı her şeyi çözmüştü, hiçbir reform olmamalıydı” da demiyoruz. Karşı olduğumuz husus yüzyıllarca kullanılmış Arapça harflerin kaldırılması ve bu “reform”un bilimselliğe tamamen zıt olacak şekilde “dayatılması”. İki alfabe birlikte de öğretilebilirdi, ki yazımızda bunu göstereceğiz.
Birinci Cihan Harbi sonrası Türkiye’nin elinde batı ve doğu gelenekleri arasında muazzam bir köprü olma fırsatı vardı. Ancak yeni rejim gücü tamamen merkeze topladıktan sonra bunun yerine eski köprülerimizi yakmayı tercih etti. Batıdan öğrenmek yerine batılı olmaya çalışanların sebep olduğu kimlik krizine giren Türkiye diğer köprüyü de asla aşamadı...
Bu sebeple de materyal gücü göz önünde bulundurulduğunda Türkiye günümüzde entelektüel olarak dünyadan (hem batı hem doğu) kopuk bir halde. Örneğin, sonuç olarak yabancı makale ve eser okuma oranımız düşük olduğu gibi bizim dışarıda okunma oranımız da çok düşük. Arapçadan uzak olmayı marifet zannedenlerin batı dillerine hakimiyeti de son derece zayıf kaldı.
Şöyle açıklayalım:
Bizce batı geleneğinden gelen çok değerli fikirler ve katkılar mevcut ve reddedilemez. Ancak bu fikirler ve uygulamalar, uyarlama yapılmaksızın “hazır evrensel bilimler” olarak diğer toplumlara basitçe nakledilemez. Bunu yapmak, bağlam, deney ve fikirlerin farklı kültürlerin dokusuna kademeli olarak entegre edilmesiyle gelişen bilimin gerçek özünü zayıflatacaktır. Ayrıca bazı Cumhuriyet ilk dönemi bağnaz düşünürlerinin iddia ettiği gibi batının eriştiği ve tüm dünyanın izlemesi gereken, düz ve doğru şeklinde ilerleyen, “bilime dayalı” bir “medeniyet” seviyesi de yoktur. Böyle temelsiz bir iddiada bulunanlar düştükleri amansız çelişki ile aslında bilime düşmanlık etmektedirler ama o başka yazının konusu..
Bu açıdan bakıldığında, Türklerin kendi asırlık alfabelerini bir çırpıda terk ederek Latin harflerine geçişi, bilimsel ve kültürel ilerleme için gerekli olan özenli yaklaşımı tamamen hiçe sayan sert bir uygulamadır. Bu hızlı devrim, kademeli bir geçiş veya tarihi metinlerle bağlantıyı sürdürme çabası olmadan gerçekleş-tirilmiştir ve bu nedenle geniş bir bilgi birikimiyle ve kültürel kimlikle olan bağları koparmıştır. Çarpık bir modernleşme uğruna sürekliliğin ve miras alınan bilgi sistemlerine saygının göz ardı edilmesi, bilimsel düşüncenin ruhuyla çelişir. Bilim, mevcut uygulamaların eleştirel değerlendirmesini ve bilgi birikiminin bilinçli bir şekilde benimsenmesini gerektirir; dolayısıyla bu tür radikal değişiklikler, bilimin gerçek özünden uzaklaşmaktır.
Yunanistan’ın alfabe alanındaki deneyimi, Türk alfabe devrimine yönelik eleştirilerin altını çizen önemli bir mukayese sunmaktadır. Yunanistan’da resmi yazı, ülkenin tarihi ve kültürel mirasına derinden bağlı bir sistem olan Yunan alfabesiyle olmaya devam etmekte. Ancak çoğu Yunanlı, aldıkları eğitim sayesinde Latin alfabesine de aşinadır ve bu sayede kendi miraslarıyla bağlarını koparmadan Batı düşüncesi ve küresel iletişimle etkileşimlerini kolaylaştırmaktadır.
Az bilmekle gururlanan, kendi ana dilini bile sadeleştirdiği için adam akıllı konuşamayan, atalarından kalan yazılı mirasları okuyamamayı marifet zanneden kişilerin, alfabe gibi önemli bir hususta fikirleri kale alınmamalıdır. Onlar ne bilimden anlar ne akıldan…
Biz bir gecede cahil kalmış bir toplum değiliz. Rahmetli Prof. Dr. Teoman Duralı’nın dediği gibi “kültür soykırımına uğramış” bir milletiz”. Hem de çok sistematik bir şekilde…