Bir yanda Amerika Birleşik Devletleri (ABD) var; iç yapısı, halkı, kültürü ve kendine has değerleriyle diğer milletlerden çok farklı değil.
Ancak Amerika İmparatorluğu başka bir mesele...
Bu imparatorluk, dünyanın dört bir yanına yayılan askerî üsleri, ekonomik gücü ve siyasî nüfuzu ile dünya üzerindeki her ülkeyi, her toplumu, hatta her bireyi etkileyen devasa bir güçtür. Her kıtada askerî üsleri bulunan, müdahalede bulunmadığı, darbe yapmadığı yer bırakmamış bir imparatorluktur. Bu açıdan bir önceki yüzyılda zayıflayan İngiliz İmparatorluğu’ndan bayrağı devralmıştır.
Amerika İmparatorluğunu düşünürken, onun yalnızca bir siyasî güç veya askerî kudret olmadığını anlamalıyız. Amerika İmparatorluğunun yaydığı sistem, bir medeniyet değil, aslında bir maddî dünya tasavvurudur. Bu dünya tasavvuru, insanı yalnızca ekonomik bir değer olarak görür, insanî ve manevî değerleri değersizleştirir. Örneğin Orta Doğunun zengin yer altı kaynakları, bu toprakları Amerika İmparatorluğunun ilgisinin odağı hâline getirmiştir. İki lafından biri demokrasi olan bu imparatorluğun neferleri, Orta Doğu’da ise istikrarlı şekilde yalnızca çıkarları için kukla olacak otokrat ve kralları desteklemiş, demokratik veya demokratikleşmeye çalışan rejimlere tüm gücüyle saldırmıştır.
Her darbe, her savaş bu bölgenin insanını maddî ve manevî olarak yıpratmış, onları kendi öz değerlerinden koparmaya, daima bağımlı bir hale getirmeye çalışmıştır. Mısır ve İran bunun en çarpıcı örnekleridir.
Soğuk savaş dönemi olarak adlandırılan, aslında iki imparatorluğun çarpıştığı ve arada kalanların ezildiği yıllar sonunda Sovyet İmparatorluğu dağılmış, Amerika İmparatorluğu tek güç kalmıştır.
Peki nasıl mücadele edebiliriz bu imparatorlukla?
Öncelikle onun bize dayattığı dünya düzeni algısından çıkmalıyız.
Etrafımızda çizilmiş olan sınırların, aslında bizim irademizle değil, başkalarının planlarıyla belirlendiğini daima hatırlamalıyız. Bizler sınırlarımızı kaldırırken, bir coğrafyanın çocukları olarak birbirimize tahakkümle değil, ittifak ve meşveretle muamele etmeliyiz; aksi takdirde zalimlerin yöntemlerini benimsemiş oluruz.
Bu topraklarda asırlardır yan yana, mozaikleşmiş şekilde iç içe yaşamış olan Lübnan, Suriye ve Irak halkları, bugün kendilerine zorla kabul ettirilmiş sınırların, kendi iradeleri dışında dayatılan otoriter yönetimlerin baskısı altında zulüm görmektedir. Aynı şekilde Türkiye de, bin yıldır kültürel ve ekonomik bağlarla iç içe olduğu bu coğrafyadan, yapay sınırlarla ayrılmıştır. Oysa, Türk, Kürt, Arap, Yahudî ve daha nice bu toprakların insanları, yüzyıllarca birlikte yaşamışlardır.
Avrupa’nın, yüzyıllarca süren çıkar çatışmaları, ırkçılık ve insaniyetten uzak savaşlar içinde yoğrulduğunu, fakat bu kanlı tarihten ders çıkararak Avrupa Birliği gibi bir yapıyı kurabildiğini düşünelim. Bir zamanlar birbirini boğazlayan bu ülkeler, artık aralarında barış ve birlik tesis etmişlerdir.
Bundan sadece bir asır önce yaşayanlara, Avrupa’nın bugün başardığı bu birliği anlatsanız deli muamelesi görürdünüz.
Bizim coğrafyamız için de böylesine bir dayanışmayı hayal etmek neden imkânsız olsun? Neden biz de kendi topraklarımızda bu birlik ve dirlik özlemini taşımayalım?
Ancak, bazıları bu birliği kendine lâyık görürken, bizlere daima ayrışmayı, çatışmayı, kavga ve düşmanlığı reva görmektedir.
Bize karşı bu tür bir akıl yürütenleri en sert şekilde uyarmak boynumuzun borcudur. Biz, yüzyıllarca bu topraklarda kardeşçe yaşamış, kültür ve inançlarımızla yoğrulmuş bir milletiz. Aramıza ayrılık tohumları ekmek isteyenlerin niyetini anlamak ve ferasetle onlara karşı durmak zorundayız.
Malcolm X’in dediği gibi: “Sayımız değil, birlikteliğimiz yetersiz.”