Kör hissiyât, âkıbeti görmeyen nefsin bir şubesidir. Mecâzî nefs-i emmâre olarak da bilinen ‘şuursuz kör hissiyât’ aklın ve kalbin sözlerini anlamıyor ve dinlemiyor. İnsanın nebâtî, hayvânî, insânî ve mü’min olmak üzere dört mertebesi bulunur. Bu nedenledir ki insan nebâtî cismâniyeti cihetiyle ve hayvânî maddeliği itibâriyle bu iki mertebenin de özelliklerini taşır. Kör hissiyât aynı zamanda insanın hayvaniyet mertebesinden bir şubedir. İnsanın hayvaniyet mertebesinde bulunan kör hissiyât, mâzi ve müstakbelden habersizdir. Çünkü insanın hayvaniyet mertebesinde akıl faal olmayıp kör hissiyâta bağlıdır. Kör hissiyât ise, manen kördür.
Bedîüzzamân, “Nefs-i emmârenin kendi desâisinden başka, daha şiddetli ve daha ziyâde söz dinlemez ve ahlâk-ı seyyieyi idâme eden ve heves ve damar ve âsab, tabiat ve hissiyât halîtasından çıkan ve nefs-i emmârenin son tahassungâhı bulunan ve nefs-i emmâreyi tezkiyeden sonra onun eski vazîfe-i seyyiesini gören ve mücahedeyi âhir ömre kadar devam ettiren bir mânevî nefs-i emmâre”den1 bahseder. Devamında “Bu ikinci nefs-i emmârede şuursuz kör hissiyât bulunduğu için, akıl ve kalbin sözlerini anlamıyor ve dinlemiyor ki onlarla ıslâh olsun ve kusûrunu anlasın. Yalnız tokatlar ve elemlerle nefret edip, veya tam bir fedâ’îliğe her hissini maksadına feda etsin.”2 tespitlerinde bulunur. Bu ikinci nefs-i emmârede bulunan şuursuz kör hissiyâta kör denmesi, hayvanlarda olduğu gibi mâzi ve müstakbeli idrâk edemedikleri için olsa gerektir. İnsanda bu kör hissiyât hâkim olunca, akıl kör hissiyâtın emrine girer, akıbeti görmez. “Evet, gençlik damarı akıldan ziyâde hissiyâtı dinler. His ve heves ise kördür, akıbeti görmez.”3 cümlesi bu noktaya bakar.
İnsandaki bu dört mertebeden şuursuz kör hissiyâtı teşkil eden nebâtî ve hayvânî hayat mertebelerinin maddî ve fânî hayatı tercih etme gafleti Büyük Mesnevi-i Nuriye’de şöyle ifâde edilmiş: “Sonra insan, kendi vücûd ve hayatında bir devâir-i mütedâhile ve masnûat-ı müterâkibedir. Zira insan hem nebattır, hem hayvandır, hem insandır, hem mü’min... İşte bundan dolayıdır ki, tezkiye muamelesi bazan evvelâ; dördüncü tabaka olan îmân mertebesinde vuku’ bulur. Sonra îmânın mertebe ve tabakasından tenâzül ederek, tâ en aşağı tabaka ve şedîd-ül mukâvemet olan nebâtiyet mertebesine kadar iner. Hattâ bazan yirmidört saat zarfında bütün tabakalarda da o muamele vuku’ bulabilir. İşte bundandır ki, bazen o merâtibin aralarını farketmeyip galat eden insan, yerdeki her şey yalnız bizim için halk edilmiştir der. Bunun içindir ki insan, evvelâ insâniyeti, yalnız bir mide-i nebâtiye veya hayvâniyesine münhasır zannetmekle galat ediyor. Sonra, eşyanın gâye-i hilkâtlarını yalnız nefsine bakan faydadan ibâret zannetmekle galat ediyor. Sonra eşyanın kıymetini, yalnız onlardaki nefsinin menfaati ölçüsüyle tartmakla galat ediyor. İşte bu ölçüye göre, kokulu bir zehre çiçeğini bir Zühre yıldızıyla değişmek istemez.”4
Yani, ekser insanlar her şeyi, nebâtî ihtiyaç ve hayvânî istekler cihetinden değerlendirmek ister. Bu cihetle nebâtî ve hayvânî isteklerine ters düşenlere kötü, münasip düşenlere de iyi insan olarak bakarlar. Bu durumda hak ve dinin hükmünü ve ölçüsünü hiç nazara almak istemezler. Hatta bu insanlar, kendilerinin doğru yolda olduklarını zannederek nasihatçi bir konumda görülürler. Bu tür insanların sözlerini dinlemek, fâsid nasihatlerine kulak vermek ve te’sirinde kalmak, onların içinde bulundukları fitne cereyânını dinlemek ve etkisinde kalmak demektir.
Dipnotlar:
1 Kastamonu Lahikası,(2013) s.334
2 Age, s.334
3 Şualar, s.756
4 Mesnevi-i Nuriye, A.Badıllı,(2022),İttihad Yayınları, s.450