Bediüzzaman, ukuk-u vâlideynin yedi büyük günah içinde olduğuna dikkat çekmiş ve önemle üzerinde durmuştur. Demek bu âhirzaman asrında anne-baba hukuku zâyi’ edilecek, onlara hürmet, merhamet ve hukuklarını koruma konusunda ihmâller olacaktır. Hâlbuki Kur’ân, vâlideynin hukukunu koruma konusunda “Onlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına erişecek olursa sakın onlara öf bile deme!”1 emriyle bu hukuku evlatlara yüklemiştir. Buradaki hukuk, anne ve babanın evlâdı üzerindeki hakları iken, ukuk ise bu hakların ve hukukun ihlâl edilmesidir.
Ukuk-u vâlideyn, anne ve babanın hukuklarını muhafaza etmek gerekirken bu vazifeyi yapmamaktır. Öyleyse itâatsizlik etmek, hürmetsizlik etmek, zorbalık yapmak ve onlara asi gelmek ukuk-u valideyndir. Elbette kuvvetli imân deresini alanlar anne-baba hukukuna riâyet ederler, onlara en muhtaç zamanlarında yardım edip hizmetlerini görürler. Hatta “Evet, kız, şefkat ve cemâlin mazharı olduğundan, erkek çocuğundan daha ziyâde sevilir. Bâhusus bu zamanda ebeveyn hakkında kızlar daha mübarektir. Çünkü, tehlike-i diniyeye çok mâruz olmuyorlar.”2 Ancak bu âhirzaman asrının fitnelerinde zaaf-ı imânla anne-babaya itâat, hürmet ve onların bakımları ihmâl edilmektedir. Hususan onlar yaşlı olup bakıma muhtaç olduklarında veya hastalıklarında evlatları, akraba ve yakınlarının gösterdiklerini tavırlar bunu ispat etmek- tedir. Toplumun bir kısmında bu vazîfeler îfâ edilirken, diğer bir kısmında ihmâl ediliyor ki, ukuk-u vâlideyn büyük günahlar sınıfına dahil edilmiş.
Hâlbuki “Gerek peder ve gerek vâlide, veledini bütün dünya gibi severler.”3 bu sevmek fıtrî ve hakîkidir, mecâzi değildir. Onun için karşılık beklemez. Toplum hayatındaki intizâmın şartı tabakât-ı beşerin birbirinden uzaklaşmaması, hususan anne- baba ve akrabalar arasındaki bağın kopmaması ve sıla-i rahimin kesilmemesidir.
Risale-i Nur’daki ifadesiyle “Hem peder ve vâlideyi şefkatle teçhîz eden ve seni onların merhametli elleriyle terbiye ettiren hikmet ve rahmet hesâbına onlara hürmet ve muhabbet, Cenâb-ı Hakkın muhabbetine aittir. O muhabbet ve hürmet, şefkat, Allah için olduğunun alâmeti şudur ki: Onlar ihtiyâr oldukları ve sana hiçbir fâideleri kalmadığı ve seni zahmet ve meşakkate attıkları zaman, daha ziyâde muhabbet ve merhamet ve şefkat etmektir. ‘Onlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyârlık çağına erişecek olursa, sakın onlara “Öf” bile deme.’4 âyeti, beş mertebe hürmet ve şefkate evlâdı davet etmesi, Kur’ân’ın nazarında vâlideynin hukukları ne kadar ehemmiyetli ve ukukları ne derece çirkin olduğunu gösterir. Madem peder kimseyi değil, yalnız veledinin kendinden daha ziyâde iyi olmasını ister. Ona mukàbil, veled dahi pedere karşı hak dâvâ edemez. Demek, vâlideyn ve veled ortasında fıtraten sebeb-i münâkaşa yok. Zira, münâkaşa ya gıpta ve hasetten gelir. Pederde oğluna karşı o yok. Veya münâkaşa, haksızlıktan gelir. Veledin hakkı yoktur ki, pederine karşı hak dâvâ etsin. Pederini haksız görse de, ona isyan edemez. Demek pederine isyan eden ve onu rencîde eden, insan bozması bir canavardır.”5 Bu izahlardan sonra ne denebilir ki? İşte Kur’ân anne-baba hukukuna bu kadar ehemmiyet veriyor, evlâtların onlara karşı vazîfelerinde çok dikkatli olmalarını emrediyor.
Şefkat kahramanı vâlideler
Şimdi de vâlidelerin şefkat kahramanlığına bakalım: “Evet, rahmet-i Rabbâniyenin en hürmetli, en halâvetli, en latîf ve en şirin bir cilvesi olan şefkát-i vâlide, hakáik-i kâinat içinde en muhterem, en mükerrem bir hakîkattir. Ve vâlide, en kerîm, en rahîm, öyle fedâkâr bir dosttur ki, o şefkat sâikasıyla, bir vâlide, bütün dünyasını ve hayatını ve rahatını, veledi için fedâ eder.”6 Şu da bir hakîkat ki “Evet, bir vâlide veledini tehlikeden kurtarmak için hiçbir ücret istemeden ruhunu fedâ etmesi ve hakîkî bir ihlâs ile vazîfe-i fıtrîyesi itibârıyla kendini evlâdına kurban etmesi gösteriyor ki, hanımlarda gayet yüksek bir kahramanlık var.”7 Bundan dolayıdır ki “vâlide ruhunu fedâ ettiği evlâdını dâima tehlikelere mâruz gördükçe titrer.”8 Böylece şefkátli bir vâlide, kendi saâdetini ve rahatını evlatlarının saâdeti için fedâ eder.
“Evet, dünyada en yüksek hakîkat, peder ve vâlidelerin evlâtlarına karşı şefkâtleridir. Ve en âli hukuk dahi, onların o şefkâtlerine mukàbil hürmet haklarıdır. Çünkü onlar, hayatlarını, kemâl-i lezzetle evlâtlarının ha- yatı için fedâ edip sarf ediyorlar. Öyle ise, insâniyeti sukût etmemiş ve canavara inkılâp etmemiş herbir veled, o muhterem, sâdık, fedâkâr dostlara hâlisâne hürmet ve samimâne hizmet ve rızâlarını tahsil ve kalblerini hoşnut etmektir.”9
Netice itibarıyla “İşte, ey insan, aklını başına al. Eğer sen ölmezsen, ihtiyâr olacaksın. “El-Cezâümincinsil amel”10 (Her amel kendi cinsinden birşeyle karşılık görür) sırrıyla, sen vâlideynine hürmet etmezsen, senin evlâdın dahi sana hizmet etmeyecektir. Eğer âhiretini seversen, işte sana mühim bir define: Onlara hizmet et, rızalarını tahsil eyle. Eğer dünyayı seversen, yine onları memnun et ki, onların yüzünden hayatın rahatlı ve rızkın bereketli geçsin. Yoksa onları istiskâl etmek, ölümlerini temenni etmek ve onların nâzik ve seriütteessü kalblerini rencîde etmekle, ‘Dünyayı da, âhireti de kaybetti.’11 sırrına mazhar olursun. Eğer rahmet-i Rahmân istersen, o Rahmân’ın vedîalarına ve senin hanendeki emanetlerine rahmet et.”12
Öyleyse akraba ve yakınlarla ilgilenmek, ihtiyaç duyduklarında maddî ve mânevî yardımcı olmak, iyi veya kötü günlerinde yanlarında bulunmak, verdikleri sıkıntılar varsa sabretmeye çalışmak suretiyle akrabalık bağlarını güçlü ve bakımlı tutmak aslî vazifelerimiz arasında olmalıdır.
Dipnotlar:
1- İsra Suresi: 23.
2- Barla Lahikası, (2006), s. 551.
3- Mektubat, (2004), s. 132.
4-İsra Suresi: 23.
5- Sözler, (2004), s. 1041.
6- Mektubat, (2004), s. 68.
7- Lemalar, (2005), s. 461.
8- Şualar, (2013), s. 366.
9- Mektubat, (2004), s. 438.
10-Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, 1:332.
11-Hac Suresi: 11.
12- Mektubat, (2004), s. 440.