|
|
Murat ÇETİN |
Bölünmüşlüklerimiz |
|
Bir bölünmüşlük var hayatlarımızda, acilen birleştirilmesi gereken bir bölünmüşlük.
Bir şeyi “doğru” olarak belleyip, prensip edindiğimiz halde, onu hayatımızın her alanında uygulamamamız ve yaşatmamamız ile ilgili bir bölünmüşlük bu.
Evinde çok titiz, en ufak bir toz zerresine bile tahammül edemeyen bir hanımın, dışarıya çöp dökerken hiçbir rahatsızlık duymamasındaki bölünmüşlükten söz ediyorum.
Birisine tek kuruş hakkı geçse, helâlleşmeden gece gözüne uyku girmeyen esnafın, devlete karşı aynı dürüstlükte olmamasında görülen bölünmüşlük.
Aldığı bilgisayarın parasını ödeyen gencin, o bilgisayara yüklediği programları korsan kullanmasında da aynı bölünmüşlük var.
Emeğe saygıdan söz edip, internetten bedava müzik indirenlerde de mevcut olan bölünmüşlüğü unutmayalım.
Çocuğuna yalan söylememesini öğütleyip, kendisi yalan söyleyen anne-babanın yaşadığı da bir bölünmüşlük değil midir?
Sorsanız hepsinin bir bahanesi, bir gerekçesi vardır.
“Sokaklar çok temiz de ben mi kirlettim?” diye sorabilir titiz kadın, sokakların aslında bu düşünceyle “çok mu temiz” noktasına geldiğini unutarak.
Devletin vergi sisteminden yakınırken hak verirsiniz esnafa, ama acaba böyle mi olmalı diye kendinize sormayı da ihmal etmeden.
“Adamlar zaten yeterince para kazanıyorlar. Hem onlar da bu kadar pahalı satmasınlar” diye kendini savunan gence, bilgisayarının parçalarını alırken de pahalılıktan şikâyet ettiğini, ama yine de onları çalmadığını izah etmeyi düşünüp, vazgeçebilirsiniz.
Bir başka “çok pahalı” itirazını yükselten müziksevere de bu konuda çok şey söylemek istersiniz. Meselâ radyolarda, televizyonlarda zaten bedava sunulan bir ürünün ille de korsanını almanın, bir anlamda insaf bir tarafa mantıklı olup olmadığı gibi…
Ve eminim doğruluğun erdemlerini anlatıp yalan söyleyen anne-babanın da bir çok mazereti vardır, ama hiçbiri hayatlarımızdaki bölünmüşlüğü, doğrularımızı hayatımızın her alanında yaşa(ya)madığımız gerçeğini değiştirmiyor.
Ve bu kadar böldükçe hayatımızı, bizim doğrularımız ve hayatımızın gerçekleri diye; doğruyu ve gerçeği anlatmada hep biraz buruk olacağımız gerçeğini de…
07.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevat ÇAKIR |
Bağdaş kuran ağaçlar |
|
Cadde ve sokaklarda dikilen ağaçların durumunu zaman zaman incelerim. Bu ağaçların köklerinin çok dar bir şekilde betonlanması sonucu betonu çatlattıklarını görürüz. Bu tarz ağaçların durumu, ayağına çok dar bir ayakkabı giydirilen bir kişiyi andırır.
Geçen gün bir şehrin sokaklarında gördüğüm ağaç kökleri çok daha farklı idi. Ağacın etrafı betonla kaplanıldığı yetmemiş gibi otuz kırk santim de yukarıya doğru betonlanmıştı, bir kova gibi. Yukarı doğru yapılan beton kırıldığı için ağacın kökleri gidecek toprak bulamayınca birbirine sarılmış, adeta bağdaş kurmuş bir kişinin ayaklarına benzemişti.
Toprağı kendimizden uzaklaştırdığımız yetmezmiş gibi, toprakla yaprağın dostluğunu da kıskanarak ortadan kaldırmışız. Adeta şunu demek istemişiz: “Ey ağaç kendimize çok gördüğümüz toprağın yüzünü sana da göstermeyiz!”
Kendi yaratılış mayamız olan toprağa böylesine düşmanlığı anlamak mümkün değil. Şehir planlayıcıları nasıl ki yeni şehirlerde mezarlığı şehrin dışına attıysa, toprağı da şehrin dışına atmış. Ve böyle bir şehirde yaşayan insanların başı dertten kurtulmuyor. Hem topraktan güç alamıyor, hem de kötü düşüncelerini toprağın altına gömemiyor.
Elinde ve gönlünde kalan kötü hasletleri beynennas ortaya döküyor. Bu durum da toplumda bir çok fecaatın yaşanmasına sebep oluyor. Toprak günlük yaşantıda ona çok şeyler hatırlatıyordu. Çünkü toprak onun için “Hazine-i Rahmet kapısıydı”1 Allah’a isyan ettiğinde “toprak unsurunun gayzını”2 kendisine hatırlatacaktı. İnsan topraktan uzak kurduğu şehirlerde bugün huzuru aramaktadır. Topraktan uzaklaştardığı şehirlerde büyük bir tefekkür hazinesinden uzak kalmıştır. Ayrıca bir çok kötü hasletlerin yeşermesine de sebep olmuştur. İşte şehirlerdeki hayatın bozulması bundandır. Çünkü insan mayesinden uzaklaşmıştır.
Dipnotlar:
1- Nursî, Sözler, 306
2- Nursî, Lem’alar, 86
07.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hakan YALMAN |
Haşir sempozyumu |
|
Şu an karşı karşıya olduğumuz problemlerde temel sıkıntının uhrevî eksenli kavramlardan uzaklaşmış olmaktan kaynaklandığını düşünüyorum. Günümüzün en temel problemlerinden biri ferdin çevre ile iletişiminin kopması olmalı.
Varlık âleminin genelinde ahenk içinde anlatım ve her şeyin bir maksada yönelik olduğu bir düzen var. Çevremizde cereyan eden oluşlar, yani kâinat ya da kevnler, varlıklar âlemi sürekli bir şeyler anlatma çabası içinde. Şimşeğin çakışında, yağmurun sağnak sağnak inişinde, rüzgârın uğultusunda, dağların görüntüsünde, kısacası varlık âleminde ne var ve hangi işleyiş varsa hepsinde pek çok anlamlar yüklü ve her haliyle bir şeyler anlatmak istediklerini ifade ediyorlar.
İnsanın yeryüzüne gönderilmesinde ve varlık âleminin yaratılmasında gözetilen temel maksadın, sonsuz bir güzelliğin varlıklar şeklinde ifade edilmesi ve şuur boyutunda yansıtılması sırrı olduğu, yine varlık ve şuur arası iletişimden anlaşılmaktadır. Bu anlamda ferdin ve ferdin de bir parçası olarak içinde var olduğunu algıladığı varlığın anlamlandırılması ve yine bu ikili bağlantının temel meyvesi olarak ortaya çıkmaktadır. Bu cümleden olarak tarihin farklı dönemlerinde, farklı varlık algıları ve kimlik tanımları ortaya çıkmıştır.
Tarihi boyunca insanlık, varlık âlemini ve kendi benliğini anlamak ve anlamlandırmak konumunda ve çevresindeki işleyişlerle iletişim halindedir. Varlık âlemi ile ilgili farklı zamanlarda ortaya konan farklı yaklaşımlar insan hayatı ile ilgili her şeyi ve bunun bir uzantısı olarak kendi canlılığı, hayatı ve sağlığı ile ilgili problemleri çok yakından etkilemektedir. Kendini algılama şekli, varlığı algılama şeklini ve varlığı algılama şekli de bedeni ile ilgili problemleri algılama şeklini etkileyecektir. Bu anlamda sağlık problemleri, varlık probleminden bağımsız olarak ele alınamaz ya da alınmamalıdır. Modern çağlara ve Rönesans sonrasına kadar tıp, felsefe ve dinlerin iç içe oluşu ve birbirlerini yakından etkilemeleri bu yönüyle olumlu bir uygulama olarak kabul edilmelidir. Ancak yaşanan bazı problemlere getirilen radikal çözümler bunların arasının iyice açılmasını, olumlu ve olumsuz bütün etki alanlarının ortadan kaldırılması sonucunu doğurmuştur.
Bu tepeden varlığa bakış, varlığın muhteşem bir senfoni şeklinde algılanması ve uyum içinde ortaya konan nağmelerin esma zikrini bestelemesi tarzında bir tablo önümüze koyacaktır. Böyle bir varlık tablosuna bakabilme noktasına ulaşabilmek, hayatı tarifi mümkün olmayan zevklerle dolu, ruhu coşturan ve bedeni zerrelerine kadar ilâhî neşe ile dolu bir noktaya getirecektir. Bu nokta insaniyetin İslâmiyetle buluştuğu yani bütün semavî dinlerin ortaya koymaya çalıştığı gerçek insanlık noktası olmalıdır. Varlığın arka planındaki anlamları keşfetmeye çalışan herkes ve her topluluk o muhteşem senfoniyi birlikte dinleyebilmek için el birliği içinde o kemal noktasına ulaşma gayreti içine girmelidir. O nokta dünyanın Cennete nümune olduğu ve güzel nağmelerin hep birlikte, mütebessim yüzlerle dinlendiği gerçek barış noktası olmalıdır.
Bundan sonraki dönemde özellikle insanlık tanımı üzerinde durulmalı ve bu tanım ırk, etnik yapı, renk ve coğrafyalardan bağımsız olmalıdır. Gerçek insaniyet olan İslâmiyetin doğru bir örnek olarak tüm dünya insanlarına ulaştırılması, geleceğin dünyasının en büyük projesi olmalıdır.
Önümüzdeki dönemlerde teknolojinin gelişimi ile arttığı düşünülen refah düzeyi özde ve ruhlarda aynı düşünceyi doğrulamamakta ve gelecek yıllar psikolojik sıkıntılar ve buhranlara gebe durmaktadır.
Gelecek yıllarda huzur ve refahın kaynağı öze dönmek ve yeterince üzerinde mesai harcanılan dış şartların anlamlı kelimeler şeklinde algılanmasına bir zemin hazırlamak olmalıdır. İnsanlığın kurtuluş reçetelerinin hep dışta arandığı geçmiş yıllar, yeni dönemde daha öz ve daha mânâ boyutuna yönelik reçetelerin geliştirilmesini gerekli kılmıştır. Meselâ haşir kavramı bu noktada hayatımızın en önemli kavramlarından biri olmalıdır.
Bu çerçevede kongre ve sempozyumlar şeklinde Risâle-i Nur kavramları ve mânâsını bilimler lisanı ile bütün insanlığa ulaştırma gayretlerinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Dünyanın saadet asrının dâveti ve duâsı yolunda bunlar çok önemli adımlar olmalı.
Geçtiğimiz hafta sonu içinde İstanbul İlim ve Kültür Vakfı tarafından tertip edilen ve özellikle doğu ülkelerinden pekçok ilim adamı ve mütefekkirin bir araya getirildiği organizasyon bütün nur talebelerine büyük şevk kaynağı. Bu değerli insanlar Risâle-i Nur yaklaşımı ile haşir konusunu ele alıyorlar. Bu faaliyet son zamanlarda insanlığın benlik ve nefis boyutunda en çirkin tablolarının sergilendiği yeryüzünde iyi şeyler arayan gönüllere büyük bir ferahlık veriyor. Derin insanlık alanında çok güzel faaliyetlerin ve gelişmelerin olduğunu ortaya koymakla insanlığın ölmediğini ve derinlerde geliştiğini hissettiriyor.
Haşir kavramının bir sempozyum konusu olabilmesi bir Asr-ı Saadet güzelliğidir diye düşünüyorum. Dünya için o saadet asrının geleceği noktasında çok umutluyum.
07.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Zeynep GÜVENÇ |
Bulutların üstünden |
|
Beyazın maviye boyanması, mavinin beyazı kıskanıp buz rengine bürünmesi, uçsuz bucaksızlığın tarifi ve tefekkür. Karmakarışık şekillerle hayal dünyasında birçok yaratığa benzettiğim bulutların üzerinden yazıyorum bu satırlarımı.
Sıla-i rahimin ardından, yaşadığım topraklara dönüş vakti geldi. Canım ülkemden, yaşadığım yere geri dönüyorum. Tatil bitti artık. Pasaport kontrolünden geçerken Asmalı Konak dizisinin son bölümündeki son sahne canlandı gözlerimin önünde, yavaş aktı zaman, sanki biri ona “dur” dedi, çok yakmasın yazıktır, ellerinde valizler ve tek başına. Arkamda el sallayan bir kalabalık. Bakmak ve bakmamak arasında gidip gelmeler. ‘Yolculuk hayatın ta kendisi aslında’ ama bunu bilsem de yutkunuyorum. Son kez elimi sallıyorum beni uğurlamaya gelen yakınlarıma. Birbirimize; “Bak sakın ağlama! Yoksa ben de ağlarım” diye bakıyoruz, ama bunu hiç söylemiyoruz. Sonrası yok. Çünkü önümü göremiyecek kadar büyük bir duman sarıyor etrafımı. Buz istiyorum. Keser mi bilmiyorum. Neden bu kadar zor olduğunu kestiremiyorum gidişimin. Oysa ki çoğunluğun rüyası ‘macera dolu Amerika’ya gitmekle şereflenmişim. Bu ne mızmızlık.
Neyse ki bir dakikası asırlık geçen uçağa binme teranelerini atlatıp uçakta yerimi aldıktan sonra düşünmek ve okumak için arayıp da bulamadığım kadar çok zamanımın olduğunu fark ediyorum. Önce yanıma aldığım kitaplarımdan özenle seçtiğim birini alıyorum, başlıyorum okumaya, ‘Of ya 11 saat nasıl geçer ki’ demeden bir de bakıyorum gelmişim. Gelmişim dediğim, aktarma yapacağım bir şehrin havalimanındayım. Bir Avrupa ülkesinde olsaydı üç dört saatte gezmeye gider gibi. “O da yolculuk mu?” diye sormuştum Mekke’de yaşayan halamı gördüğüm zaman. Ya develerle geçilen çöller zamanında yaşasaydık?
Her nedense yanıma bir kâğıt parçası almayı unutmuş olmama hayıflanırken, “Uzun ve yorucu uçak transferi sırasında Chicago haritası satın almam işe yaradı” diyorum kendi içimden. Yani birşeyler karalayabilmek için minicik de olsa bir fiş kâğıdım mevcut. Bir yanımda henüz on ikisinde olduğunu düşündüğüm bir çocuk hip-hop müzik dinliyor ve kendinden geçmiş halde, top atsanız duymaz denir ya o cinsten. Fakat benim minicik bir kâğıda birşeyler karaladığımı görünce (delirmiş olduğumu sanmalı ki) bana doğru garip bakışlar atıyor. Ben de Amerikalılardan—ve sadece onlara karşı kullanılmak üzere—sahte bir gülüş devşiriyor; ona aynıyla karşılığını veriyorum o garip bakışların. “Camı açar mısınız lütfen?” diyorum bu milletin en beğendiğim özelliklerinden biri de “please” (lütfen). Hani bizde emir kipi kullanılır ya genelde. Ne gerek var ki canım, karşıdaki anlıyor işte. Ama siz siz olun, başka memleketlere yolunuz düşerse eğer, bu kelime dilinize pelesenk olsun, aman ha unutmayın “lütfen” demeyi, cümlenin başına, sonuna, ortasına, her neresine gelirse.
Ben, belki yukarı koyduğum valizimin içinde bir defter olacaktı, yoksa onu büyük olana mı koydum diye düşünürken, bir kontrol edeyim bari dememe kalmadan, diğer yanımda oturan İspanyol bayanın kafasına çanta düşürmez miyim, al sana sakarlık. Tam da bulutların üzerinde bir iç yolculuğu yaparken. (Şükür ki hafif bir sırt çantasıydı düşen) Olacak iş değil yani. Aman olsun diyorum, bu hengâmede fırsat kaçmaz, yaz yazabildiğini, senden geleni değil de sana geleni...
Yolculuğumdan birkaç gün önce Katolik bir arkadaşım, çocuğunun mutlaka Allah’a inanması gerektiğini söylüyordu. Sebebi ise çok ilginç: “Ben uçaktayken bulutlara baktım ve dedim ki bunları kim yapabilir? Lütfen komik olmayın, kim ne derse desin, Allah’tan başkası yapamaz bu gökyüzünü ve bulutları. Onun varlığına ve gücüne öyle derinden inanıyorum ki, aksini söyleyen yalan söylüyor.” Şimdi konuşma sırası bulutlarda: “Namaz” diyor bulutlar, “Şükür” diyor, “Bakabilmek üstüne kurulu her cümlenin içindeyim” diyor da sen görüyor musun? Bana gazetecisi, iş adamı, yurdum insanı, çocuklar ve sayısız insan baktı fakat sen ne gördün?
E ben şimdi geri geri geliyorum on bir saat uçuyorum ve hiçbir namaz vakti girmiyor nasıl oluyor bu yahu? Bir bakarsın gece, bir bakarsın gündüz. Harala gürele geçen son zamanlarımda aman ha unutmayayım dediğim pusulama da kavuştum çok şükür de, nasıl bir çıkış olmalı bu huzura? Her neyse...
“O da kazaya kalsın canım,” “E artıkın o kadarını da Allah kabul eder yani, yolcusun” “Çok mühim alış verişim geldi, acilen kıyafet ya da yeni çıkan makyaj malzemelerinden bakmam lâzım, ama bir girilince de çıkılmıyor ki dükkândan (dükkân dediysem, Amerika’daki alış veriş merkezleri neredeyse yüz haneli bir köy kadar)” cümleleri çınlıyor kulaklarımda. Ya da “hadi” diyorlar bayan arkadaşlar, “Giyinme kabinlerini kullanalım namaz için, yeterince geniş zaten,” “İyi de” diyorum “Ya kıble?” “Aman canım sen de çok inceliyorsun, sen kıldın da taaaaaaaaaaaa koskocaman gayr-ı müslim memleketinde kıblesi kaldı.”
Bulutlar? O namaz ki “savaşta bile” terk edilmemiş,
Namaz...
Üç saatte iki rekât teheccüt kılan Peygamber ümmetiyken biz şimdi neredeyiz?
Nereden çıkıyoruz cümleye “Bu zamanda bile namaz kılıyo”dan mı? Yoksa “Sabahlara kadar zikretsek azdır, Seni yeterince tanıyamadım ya Rabbel Alemin”den mi?
Gündelik hayatın akışında bizi “Allahuekber” dedirten birçok şey karşılayabilir. Ama sarsılmak gene başka birşeydir. Evinde sıcacık odanda namaz değil, Kars’ın buz tutmuş kuyularında alınan abdestle namaz. Etrafında beş tane cami var canım (yok daha neler) ne gerek var üniversitenin içine mescid yapmaya diyen rektör yardımcısına cevap, (Amerikan üniversitelerinde mescid olduğunu bilmiyor mu? diye sormak gerek), ders saatlerini kaçırmamak için dersliklerin masalarında kılınan namaz, senin gibilerin içinde cemaatle kılınan namaz değil, kimsenin kimseye benzemediği yabancı bir ülkede, varsayalım ki bir benzinlikçide alelade bir koli kartonu üzerinde kılınan namaz, mescitlerin sana ait alanlarında ülfet olmuş bir namaz değil, Müslüman olmayan bir memleketin en işlek caddesindeki ağaç altında kılınan namaz. Ve gökyüzünde bulutların üstünde, sadece O’nun için eğilmek. Her yerde ve Bir şey için ve her durumda...
Ya Rabbi, şu bulutlar beni nereye götürdü böyle, irili ufaklı pamuk döşekler...
Sen ne büyüksün.. YA AZiM.
07.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
“Yeni Ortadoğu” oyunu |
|
İsrail’in askerlerini kurtarma bahanesiyle Filistin ve Lübnan’da giriştiği katliâmların sonuncusunu Kana kasabasında gerçekleştirmişti. On yıl önce uğradığı saldırı ve katliâmı tekrar yaşayan Kana kasabasında 37’si çocuk olmak üzere 60 kişi uykudayken İsrail’in bombalarına hedef oldu.
Kana doymayan İsrail, Kana’yı vurmakla kalmadı, bir milyona yakın Lübnanlıyı da yerinden yurdundan etti.
İsrail, Güney Lübnan hattından içe doğru bir işgal alanı oluşturmaya çalışıyor. Arka plan tezgâhıyla da, BM’nin sözde barış gücüne hazırlık yapma niyetini gizlemiyor. Hizbullah’ın ağırlıklı olduğu bölgede bütün altyapıları tahrip edip, yaşanmaz hale getiriyor, akabinde ateşkesin ön şartı olarak “barış gücü”nü istiyor.
BM, dört gözlemcisinin öldürüldüğü İsrail saldırısını kınayamadı bile. “Tuh” demek geçiyor içimizden. İkinci Dünya Savaşı sonrasında hegemonyaya dayalı beşli veto yetkisi ile çekilmez bir sancı duvarını andıran BM, sonuçlarından ve etkisizliğinden utanmalıdır. Nitekim Kofi Annan, kınamamayı kınamak zorunda kaldı. Vicdanın sıfır noktada bile akla ve zulme isyanı bu olsa gerek.
Roma Zirvesi’nde ateşkes için toplanan 15 ülke bırakın ateşkesi, yardım kampanyasını bile doğru düzgün ele alamadı. Zirve kelimenin tam mânâsıyla bir fiyaskoyla neticelendi. Dünya Bankası Başkanı, BM Genel Sekreteri, AB ülkeleri ile Türkiye ve ABD’nin bulunduğu ülkeler “dostlar alış verişte görsün” misali toplanıp dağıldı. Toplantıda, “Barış Gücü” altında tampon bir kuvvet ihdas etme niyetleri su yüzüne çıktı. Barış Gücü Hizbullah’a karşı kalkan olarak İsrail’i koruyacak.
ABD Dışişleri Bakanı Rice’ın “Yeni Ortadoğu Projesi” de, inşaallah diğer Ortadoğu proje ve planları gibi başlarına dolanır. Bu kadar zulmü, duyarsızlığı, medenî(!) sağırlığı ve arsızlığı beşeriyet hak etmedi.
Osmanlı’nın bir dönem huzur adasına çevirdiği bölgeyi, Birinci Dünya Savaşı öncesi fitne tohumları ve siyasî komplimanlarla egemenliği altına alan Büyük Britanya, cetvelle çizilmiş kadastro çalışmaları gibi yeni devletler, aileler ve kabileler teşkil ederek, Müslümanı Müslümana kırdırmayı başardı.
Yüzyıllık bu modern sömürünün yeni sahibi ABD görünüyor. O da yeni bir hakimiyet dalgasının peşinde. Gariptir ki, tecrübeli sömürgeci İngiltere de en büyük yardımcısı ve yedeği. Osmanlı çocuklarını ise, içerde kendisiyle boğuştururken dışarıda “stratejik müttefik” angajmanı ile sınırlamakta.
Uyuyan potansiyel, bastırılmış halk kitlesi olan Arap toplumları ise krallıkla yönetilmelerinin baskısı altında sefaletle boğuşan, eğitimsiz ve geleceği görememe çaresizliği içinde bırakılmış bir halde. Elbette ki, kaderin acı tecellisi bu aymazlığı, vurdumduymazlığı, Arap halklarının hak etmediği bu ezilmişlik ve perişaniyeti çözecek bir zorlu tünel geçişi olacaktır. Acı olan Doğu halklarını zorlayanın Batı, horlayanın da yerli yöneticiler olmasıdır.
Sabrın son kertiğinde Peygamber mazlûmiyetinin o çileli safhalarını hatırladıkça, küfrün soğuk ve dondurucu zulmünü düşündükçe, samimiyetle Allah’a dayanıp, bilimle ve akılla yola çıkılacak bir mücadelenin hâlâ başlatılmamış olmasının hazin sonuçlarını yaşıyoruz.
Lübnan gizli bir işgalin altyapısına hazırlanıyor. Hem de BM üzerinden. Burada İsrail koruması sağlanırken, Hizbullah uluslar arası bir güçle karşı karşıya getirilmiş olacak. Suriye ve İran’ın huzurunu kaçıracak bu gerilimli yeni dönemin “Truva”sının sessiz ve dirençsiz Arap ülkelerinden seçileceğe benziyor. Mısır, Suudi Arabistan ve Ürdün gibi.
Türkiye, bütün takatsizliğine rağmen, etrafı çevrilmiş bir bölgede kendini kendine hapsetmezse, yine de istikrar ve destek açısından İslâm dünyasına en büyük bir moral aşısı durumunda. İç dinamikler resmî yaklaşımlardan farklı olarak, Osmanlı coğrafyasındaki bütün hareketlere karşı duyarlı ve tepkisel tavrı olan bir kamuoyuna sahip.
İsrail, kan çanağında boğulurken, beraberinde ABD ve onun yakın müttefiklerini ile satranç arkadaşlarını da zora sokacaktır. Zira, göz önündeki bu katliâm ve cinayetlerin Filistin, Irak, Afganistan ve Lübnan başta olmak üzere bölge halklarının tamamını bir öfke seline dönüştürmüştür.
Bu öfke, zamanın sabır sınavından geçen mazlûmlar lehine zalimi ve planlarını bozacaktır. İnanıyoruz ki, herkesin bir hesabı var, Allah’ın da bir hesabı vardır. Bütün oyunları bozacak olan O’dur. Yeter ki, bunu hak edecek eylemi ve duâyı eksik etmeyelim.
07.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Zorluklara göğüs germek |
|
Hayat güzeldir. Ama ona güzellik kazandıran biraz da zıtlıklarla dolu olmasıdır. Ölüm hayatın, acı lezzetin, karanlık aydınlığın, kötülük iyiliğin değerini daha çok ortaya koyar. Küfrün dehşetini görünce imanın lezzet ve kıymetini daha iyi anlarız.
Aslında iman kulun iradesi sonucu Allah’ın, onun kalbine attığı öyle bir nur, iksir ve kuvvettir ki sayısız faydalar sağlar insana: İman hadsiz lezzetleri tattıracak, nice musibetlere göğüs gerdirecek güçte büyük bir nimettir. Onun sayesinde hayatımız zindan olmaktan kurtulur, Cennete döner. 23. Söz’de (Üçüncü Nokta) denildiği gibi, “İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakiki imanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre, hadisatın tazyikatından kurtulabilir. ‘Tevekkeltü alellah’ der, sefine-i hayatta (hayat gemisinde) kemal-i emniyetle hadisatın dağlarvarî dalgaları içinde seyrân eder. Bütün ağırlıklarını Kadir-i Mutlak’ın yed-i kudretine emanet eder, rahatla dünyadan geçer, berzahta istirahat eder, sonra saadet-i ebediyeye girmek için Cennete uçabilir. Yoksa, tevekkül etmezse, dünyanın ağırlıkları uçmasına değil, belki esfel-i sâfilîne çeker.” (Sözler, s. 284)
Hayatın binbir türlü hâli var. Hep güllük gülistanlık değildir. Gün gelir dört mevsimi yaşar insan. Ruhen, kalben, aklen olgunlaşacağına göre bazan güçlüklerle de mücadele etmek zorunda kalır.
Burada önemli olan hayatın her tavrına hazırlıklı olmaktır. Nasıl gerekli besin ve vitaminleri almış bir vücud, gelen virüslere direnç gösterir, onları mağlûp ederse, imanla manen beslenen manevî bünye de yıkılmaz, dimdik ayakta kalır. Diyelim ki bir musibetle karşı karşıya kaldınız. Ona teslim olup saçınızı başınızı mı yolacaksınız, yoksa tevekkül ve teslimiyetle göğüsleyip onu alt etmeye mi çalışacaksınız? Eğer imanınız güçlüyse ona mağlûp düşmezsiniz. İbn-i Mesud’un (ra) dediği gibi; “Eğer insan mânen hazırsa musibet karşısında yıkılmaz, onu sabırla göğüsler. Ona hazır olmayan da dayanamaz, yıkılır.”
Demek bütün mesele imanın ne kadar potansiyel bir güç olduğunu bilip ondan istifade edebilmektir.
07.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
Afrika'daki açları düşünmek |
|
Sofraya oturunca, başta “Bismillah” dememiz, ortada Rabbimizin bizlere verdiği nimetleri düşünmemiz ve sonunda “Elhamdüllilah” diyerek şükrümüzü belirtmemiz ana görevlerimiz olmakla birlikte, Afrika’daki (veya dünyanın başka bir yerindeki) aç, bîilaç olan insanları da düşünürsek sanırım hiç fena olmayacaktır.
Soframızda tek çeşit yemeğe yemek demiyorsak, etsiz öğlen, akşam yemeklerini yemek yerine koymuyorsak, bayatlamış ekmekleri ekmek diye ağzımıza almıyorsak, normal su yerine çoğu Amerikan patentli, renkli, asitli içecekleri lıkır lıkır boğazımıza akıtıyorsak, lütfen biraz durup Afrika kıtasında açlık tehlikesiyle karşı karşıya kalan insanları düşünelim.
Afrika’da bir bardak suya hasret olan insanları düşünebilirsek, acaba o musluklarımızdan şarıl şarıl akan suları, Rabbimizin israf emrini de çiğneyerek ölçüsüz bir şekilde akıtabilir miyiz? Bir lokmaya hasret kalmış durumda olan ve ülkelerini zalimce yöneten yöneticilerin insafına bırakılmış bulunan ve bir deri bir kemik haline gelen o insanları gözümüzün önüne getirirsek, acaba soframızdaki çeşit çeşit yiyecekleri rahatlıkla midemize indirebilir miyiz?
Bir giydiğimizi bir daha giymiyorsak, yama nedir bilmiyorsak, daha yeni olmasına rağmen modası geçti diye bir çok elbisemizi emekliye ayırabiliyorsak, lütfen, üstlerine giyecek bir şey bulamayan Afrikalı hemcinslerimizi düşünelim. Düşünelim de ne kadar sorumsuz bir şekilde dünya hayatını yaşadığımızı ve bu hayatımızın hiç de inancımızla uyumlu olmadığını aklımıza getirelim.
Bizler Allah’ın, değişik vesilelerle bize vermiş olduğu parayı istediğimiz gibi harcayabileceğimizi düşünüyoruz. Acaba böyle bir yaklaşımı hiç sorgulama ihtiyacımız oldu mu? Halbuki bizler düşünen insanlarız ve her yaptığımızın doğru olup olmadığını hesap etmemiz gerekir. Ayrıca bizlerde, inancımızdan dolayı tefessüh etmemiş bir vicdanımızın bulunması gerekir.
Sanırım “Sevad-ı azama tâbi olmak” tabirini de duymuşuz ve hangi mânâya geldiğini de bilmekteyiz. Yani toplum ekseriyetinin yaşantısı gibi bir yaşantı tarzını hayatımıza geçirmek. Toplumumuzda yaşantımızla bir üst tabaka insanı manzarasını vermemek. Yani içinde yaşadığın toplumdaki insanların çoğunluğunun bulma imkânı bulmadığı bir yemeği yememek. İşte böyle yaptığımız zaman “Sevad-ı azama tâbi” olmuş oluyoruz. Asrımızın müceddidi Bediüzzaman Hazretleri bizlere böyle yaşamamız gerektiğini söylüyor. Kendisi de bizzat bu durumu yaşayarak bize örnek olmuştur. Peki bizler nasıl yaşıyoruz?
Sahi bizler, yani inanmış insanlar, yani Kur’ân-ı Azimüşşan’ın emirlerinden haberdar olanlar, yani şefkat peygamberi olan Muhammed Mustafa’nın (asm) hayatı hakkında bilgisi olanlar nasıl bu kadar rahat bir şekilde yirmi birinci asrın israf bataklığına saplanabilirler? Zerre kadar dahi olsa bu dünyada yapacaklarımızdan sorumlu olacağımızı bilmeyecek kadar cahil değiliz. Buna rağmen neden asrın vebaları durumunda olan hastalıklarına rahat bir şekilde yakalanabiliyoruz?
Nefsimiz bizleri Deve Kuşuna benzetmiştir. Her konuda bir mazeret bulma alışkanlığımız oldukça ileri seviyededir. Ne yazık ki çaktırmadan israf içinde bir hayat sürmekteyiz. Bu asırda “ihlâslı olmak”tan sonra bizim için en önemli olay “iktisatlı olmak” olmalıdır. Çünkü israf çeşitli perdeler altında oldukça fazla bir şekilde yayılmış durumdadır. Bunun da ilacı iktisatlı olmaktır. Peygamberimizin (a.s.m), dereden abdest alsak bile suyu israf etmememiz gerektiğini buyurduğunu biliyoruz. Onun bu mübarek tavsiyesi iktisadın ve israf etmemenin ne kadar ehemmiyetli olduğunu göstermiyor mu?
Bizlerin her yemeğe oturduğumuzda veya her yeni libas alma ihtiyacı içinde olduğumuzu sandığımızda, mutlaka Afrika’da yaşayan insanları düşünmemiz gerekmektedir. Belki böylece, nefsimizin sonu gelmez isteklerine gem vurur, biraz insafa gelir ve hesabını vermekte zorlanacağımız bir hayatı yaşamaktan vazgeçeriz.
07.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Merak sermayemizi nerde harcıyoruz? |
|
Nasreddin Hoca’ya, “Hocam demin buradan biri başının üstünde bir tepsi baklava ile geçti, gördün mü?”
“Bana ne?”
“İyi ama, sizin eve gidiyordu?”
“Sana ne?”
Bu fıkra, merak denen duygumuzu, bizi ilgilendirmeyen işlerde kullanmamamız gerektiğini ders veriyor. Şu soru devamlı zihnimizde yankılanmalı:
İlim, iman ve ölüm (İslâm esasları) için verilen merak duygusunu, sermayesini nerelere harcıyoruz? Ne kadar basit, geçici, işe yaramaz, eften-püften işler, meseleler, olaylar… Falan filmi, filân futbol takımın kazanması-kaybetmesi; Amerikanın tavukları, Zühal’in (Venüs’ün) etrafındaki halkaları merak ederiz.
Bunları öğrenemezsek, dünyanın sonu gelmez! Halbuki, sonsuz bir hayatı kaybetme veya kazanma imtihanıyla karşı karşıya değil miyiz? Eğer imanla kabre giremezsek bu hem dünyanın sonu, hem de sonsuz hayatın sonu olur!
Futbolcuların, artistlerin, popçuların, hopçuların, lüpçülerin isimlerini, özelliklerini merak ediyoruz... Acaba, Esma-i Hüsnâ’dan kaç tanesini sayabiliyor ve yansımalarını anlayabiliyor, özelliklerini biliyoruz?
Berzah/kabir, Haşir/kıyamet koptuktan sonra toplanma yeri, Mîzan (dünyadaki hayatımızın her karesinin tartılacağı, ölçüleceği ve değerlendirileceği İlâhî sistem), Sırat, Cennet, Cehennem, Cemalüllah (Allah’ın cemalini görmek) ve sonsuza dek mutluluk, hûriler, gılmanlar, Kevser balları, şerbetleri ve sonsuz hakikat...
Bu arada, acaba, “Merak duygusu niçin verilmiştir?” sorusunun cevabını merak etmemiz gerekmez mi? O da şudur:
İnsanın fıtratındaki şiddetli merak ve hararetli muhabbet ve dehşetli hırs ve inatlı talep ve hâkezâ şedit hissiyatlar, sonsuz hayatı kazanmak için verilmiştir. O hisleri/duyguları şiddetli bir surette fâni dünya işlerine yöneltmek, fâni ve kırılacak şişelere bâki elmas fiyatlarını vermek demektir.1
İman ve iman esasları her zaman ve zeminde, her şartta günceldir. Hatta, her dakikada, her anda, damarlarımızda, hücrelerimizde onun güzelliklerini, özelliklerini ve gücünü hissederiz.
Dolayısıyla her an merakımızın alanında olmalı. Yaratıcımızın rızasını, sonsuz mutluluğu kazanmanın, ebedî hapisten kurtulmanın tek yolu da ancak iman sayesindedir. Dolayısıyla hepimiz imanı kazanmak veya kaybetmek dâvasıyla karşı karşıyayız. Şu halde, her zaman ve zeminde, iman meselelerini merak ile müzakere etmeli, anlamalı, anlatmalı ve yaşamalı. Çünkü, dünya hayatının huzur ve mutluluğu da yine imana bağlı. Elem verici olayların, musibetlerin, yakınlarımızın ayrılması, yani, ölüm hakikati karşısında direncimiz, dayanma gücümüz, sabrımız ve taşkınlıklara düşmememiz imanımız oranındadır.
Dipnot:
1. Sözler, s. 37.
07.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yeni Asyadan Size |
Kadın ilmihali |
|
Yeni Asya Neşriyat önemli bir çalışmaya daha imza attı. Kadın İlmihali adlı bu eser; özelde hanımlara, genelde ailelere hitap ediyor. Hanımların günlük hayatlarında karşılaştıkları konuları ihtiva eden ilmihal bilgilerinin sunulduğu eser, gazetemiz Fıkıh Günlüğü köşesi yazarı, ilâhiyatçı Süleyman Kösmene tarafından kaleme alınmış.
Bir tarafta ar, hâyâ, namus gibi mukaddes kavramların aşındırılıp içinin boşaltılmaya çalışıldığı, diğer yandan cehalet damarından beslenen çekingenlik hissiyle doğru İslâmın öğrenilemediği bir zaman diliminde yaşıyoruz. Bir ucu, namus adına işlenen töre cinayetlerine kadar uzanan, diğer yandan da karşılıklı hak ve sorumlulukların bilinmemesi sonucu ‘erkek egemenliği’ne yol açan bu sakat anlayışın kaynağında da dini bilmemek yatıyor.
“Dini öğrenmede hâyâ olmaz” tavsiyesini ilke edinen Saadet Asrının Müslüman hanımları, gerek Hz. Ayşe vasıtasıyla, gerekse bizzat Hz. Peygambere, dinî hayata dair—mahrem de olsa—her tür soruyu sormuşlar ve cevap almışlardır.
Kadın İlmihali’nde bu gerçekten hareketle özel hayatı da ilgilendiren pekçok ilmihal bilgisi cevap bulmuş. İlk sekiz bölümünde temel dinî bilgilere yer verilen eserde, dokuzuncu bölümden itibaren hanımları doğrudan ilgilendiren konu başlıkları sıralanıyor. Örtünme ihtiyacı ve tesettür ölçülerinin yer aldığı bu bölümü, kadının sosyal hayattaki yeri ve çalışma hayatı takip ediyor.
On birinci bölüm insanın hayatında önemli bir yer teşkil eden ve çok itina gerektiren evlilik bahsine ayrılmış. Nikâhın hikmetleri ile başlanıp, karı-koca münasebetleri ile devam eden ve boşanma ile biten bu bölümde, cennetten bir köşe olan ailenin dayandığı dinî ve ahlâkî temeller uzun uzadıya ele alınmış. Bir sonraki bölümün konu başlığı olarak, ihmal edilen ve çoğu zaman suiistimallere uğrayarak aile ve toplum hayatında büyük yaralar açan kadın hakları seçilmiş. On üçüncü ve son bölümde ise kadının fıtratına yerleştirilmiş özel bir haslet olan güzel ahlâk ile ilgili konu başlıklarına yer verilmiş.
Bir başucu kitabı özelliği taşıyan eseri yayına hazırlayan Yeni Asya Neşriyat’a teşekkür ediyor, aile hayatlarımızın kitapta dile getirilen ölçüler ışığında şekillenmesini diliyoruz.
***
Ramazan sayfası
Üç ayların girmesi ile Ramazan hazırlıkları da hız kazandı. Geçen hafta imsakiyelerimizin hazır olduğunu ve birebir imsakiye örneklerinin büro ve temsilciliklerimize gönderildiğini duyurmuştuk. Bu hafta da Ramazan sayfası için bir duyuruda bulunalım.
Babıalide Yeni Asya ile birlikte başlayan güzel bir gelenek olan ve bugün pekçok gazete tarafından benimsenen Ramazan sayfamız her yıl farklı bir şekil ve muhteva ile karşınıza çıkmakta.
Önemli bir bölümü eli kalem tutan okuyucularımızın katkılarıyla hazırlanan sayfamız için, bu sene de aynı çağrıyı tekrarlamak istiyoruz. Çağrımız hem geçen yıllarda sayfamıza katkıda bulunan, hem de bu sene için hazırlık yapmış eser sahipleri için geçerli. Ramazan sayfasının mânâ ve muhtevasına uygun çalışmalarınızı Eylül başında elimizde olacak şekilde bekliyoruz. Mümkünse bilgisayar ortamında yazılmış, Ramazan sayfası formatına uygun, kısa, öz ve çarpıcı, tefekküre dayalı düz yazı, şiir ve fotoğraf çalışmalarınızı [email protected] adresine bekliyoruz.
***
Mahallî haberler
Anadolu’daki büro ve temsilciliklerimiz ile, fahrî muhabirlerimiz kanalıyla gelen mahallî haberler, haber merkezimiz için bir zenginlik oluşturmakta. Ancak zaman zaman gerek gönderimden kaynaklanan gecikmeler yüzünden, gerekse yerel özellikler taşıdığı için bazı haberler değerlendirme dışı tutulabilmektedir. Bir olayın haber vasfı taşıması için orijinal olması, geneli ilgilendirmesi, gününün geçmemesi gerekir.
Bu hatırlatmalardan sonra, yerel haber, fotoğraf ve röportajlarınızı sizlerle iletişimimizi kolaylaştırmak için açtığımız [email protected] adresine bekliyoruz.
Hepinize iyi haftalar dileğiyle...
07.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|