|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
De ki: Eğer haktan sapmışsam vebâli banadır. Eğer doğru yolda isem, o da Rabbimin bana vahyi sayesindedir. Şüphesiz ki O her şeyi hakkıyla işitir, her şeye her şeyden yakındır.
Sebe’ Sûresi: 50
|
07.08.2006
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Kim ki Allah ve meleklerinden başka kimsenin görmediği tenha bir yerde iki rek’ât namaz kılarsa, Allah onun için Cehennem ateşinden kurtuluş beratı yazar.
Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3674
|
07.08.2006
|
|
Mü’minin mü’mine duâsı
Birinci Suâliniz: Mü’minin mü’mine en iyi duâsı nasıl olmalıdır?
Elcevap: Esbab-ı kabul dairesinde olmalı. Çünkü bazı şerâit dahilinde duâ makbul olur. Şerâit-i kabulün içtimaı nispetinde makbuliyeti ziyadeleşir.
Ezcümle, duâ edileceği vakit, istiğfar ile mânevî temizlenmeli; sonra, makbul bir duâ olan salâvat-ı şerifeyi şefaatçi gibi zikretmeli ve âhirde yine salâvat getirmeli. Çünkü, iki makbul duânın ortasında bir duâ makbul olur.
* Hem bizahri’l-gayb, yani gıyaben ona duâ etmek,
* Hem hadiste ve Kur’ân’da gelen me’sur duâlarla duâ etmek; meselâ,
“Allahım, Senden kendim ve onun için dünyada ve âhirette af ve âfiyet istiyorum.” (en-Nevevî, el-Ezkâr, 74; el-Hâkim, el-Müstedrek, 1: 517.)
“Ey Rabbimiz, bize dünyada da güzellik ver, âhirette de güzellik ver. Ve bizi Cehennem ateşinin azâbından koru.” (Bakara Sûresi, 2: 201.) gibi câmi duâlarla duâ etmek
* Hem hulûs ve huşû ve huzur-u kalble duâ etmek,
* Hem namazın sonunda, bilhassa sabah namazından sonra,
* Hem mevâki-i mübarekede, hususan mescidlerde,
* Hem Cumada, hususan saat-i icabede,
* Hem şuhur-u selâsede, hususan leyâli-i meşhurede,
* Hem Ramazan’da, hususan Leyle-i Kadirde duâ etmek, kabule karin olması rahmet-i İlâhiyeden kaviyyen me’muldür.
O makbul duânın ya aynen dünyada eseri görünür; veyahut duâ olunanın âhiretine ve hayat-ı ebediyesi cihetinde makbul olur. Demek, aynı maksat yerine gelmezse, duâ kabul olmadı denilmez, belki daha iyi bir surette kabul edilmiş denilir.
Mektubat, s. 270
Lügatçe:
şerâit: Şartlar.
me’sur: Tesirli.
mevâki-i mübareke: Mübarek mevkiler.
saat-i icabe: Duânın kabul edildiği insanlarca bilinmeyen Cuma gününde bir vakit.
leyâli-i meşhure: Meşhur geceler.
|
Bediüzzaman Said NURSİ
07.08.2006
|
|
Kadınların hürmetini korumak
Medeniyet Kur’ân hakikatlerine karşı muaraza vaziyetini alarak kadın haklarını koruyorum diyerek kadına en büyük zulmü ve haksızlığı yapmaktadır. İleri sürdüğü meseleleri ise kadınların mirastan eşit pay almaları, şahitlikte eşit olmaları, evlerinden çıkarak tesettürü bırakmaları ve tek evlilik gibi kendince kadına ait haklarıdır.
“İslâm gelinceye kadar kadın, her toplumda horlanmıştır. İşte İslâm, doğmasından utanç duyulan kadını, horlandığı mevkiden alıp yükseltmiş, erkeği de kibir ve gururundan aşağı indirmiş, iki cinsi Allah’a kulluk açısından eşit saymıştır. Birçok âyette erkek ve kadına birlikte hitap edilmektedir. Kur’ân-ı Kerîm, kadın ve erkeğin birbirlerini tamamladıklarını, birisi olmadığı takdirde diğerinin de olamayacağını, insanlık bakımından aralarında bir fark bulunmadığını söyler” gibi açıklamalar artık yeterli olmamaktadır. Çünkü bu konularda inanmayanlar değil, inanan ve muhafazakâr olduğunu söyleyen inançlı kadınlardan itirazlar yükselmektedir. Bu durum da inanç zafiyetinden kaynaklanmaktadır.
Meselenin çözümü imana bağlıdır. Çünkü yüce Allah Kur’ân-ı Kerim’de “Ey insanlar, biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah yanında en üstün olanınız, Allah’ın buyrukları dışına çıkmaktan en çok korunanınızdır. Allah her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olandır”1 buyurarak hayırlı olmanın ve üstünlüğün ölçüsünün “takva” yani, Allah korkusu olduğunu belirtmiştir. Bu da imanın tekâmülü ve kuvveti ile doğru orantılıdır.
Son zamanlarda bilhassa aydın din adamlarının yaklaşımı Kur’ân’a teslim olarak oradaki yüksek hakikatleri zamanımız insanlarının anlayacağı şekilde akla yaklaştırmak yerine medeniyetin fantaziyelerine esir olarak Kur’ân’ı ona uydurmaya çalışmak şeklindedir. Bu ise doğru bir yaklaşım değildir. Zira ebedî ve değişmez hakikatleri zamanın değişen şartlarına uydurmaya çalışmak gerçeklerden uzaklaşmayı netice vermektedir. Bu da topluma ve insana barış ve huzur getirmemektedir. Problemler çözüme kavuşmadığı gibi artarak devam etmektedir.
Bediüzzaman’ın yaklaşımı ise tamamen Kur’ân eksenli ve hakikatin izahı yönündedir. Bundan dolayı “taaddüd-ü zevcât” yani çok evlilik konusundaki gerçeklere parmak basar. Meseleye hissî ve günlük olaylar açısından yaklaşmaz. Kimseyi memnun etmeye çalışmaz. Kimin hatırı kırılırsa kırılsın yalnız Hakkın hatırı korunsun ister. Meseleye öncelikle amaç açısından bakar ve “İzdivaçtaki hikmet, yalnız kazâ-i şehvet değil, tenâsüldür, neslin devam etmesidir. Kazâ-i şehvet lezzeti ise o vazifeyi gördürmek için rahmet tarafından verilen bir ücret-i cüz’iyedir”2 der. Kur’ân’ın yaklaşımı budur.
Medeniyet ise meseleye sadece “kaza-i şehvet” nazarı ile bakar. “İnsan tabiî bir varlıktır ve tabiatı gereği içindeki sese kulak vermeli ve içinden geldiği gibi tabiî davranmalı” der. Tabiîlik onun için amaçtır. Neslin devamına ise hiç önem vermez, bilâkis “doğum kontrolü” gibi metotlarla neslin çoğalmaması için çalışır. Çünkü terbiye etmekten korktuğu nesli istemez ve oyun-eğlence gibi fantezilerden dolayı da çocuk eğitimine zaman ayırmayı abes görür.
Şayet bu yaklaşım doğru ise o zaman çok evlilik amaç olmalı. Çünkü kaza-i şehvetin en güzel yolu evlilikten geçer. Çünkü Bediüzzaman’ın tesbiti ile “Eğer izdivaçtaki hikmet kaza-i şehvet olsa taaddüt bilâkis olmalıdır.”3 Bu açıdan çok evliliğe karşı çıkan medeniyet pek çok fahişehâneleri kabul etmeye mecbur kalmıştır. Medeniyetin fuhuş evlerini resmen kabul etmesi neyin delilidir? Ya Avrupa’nın medenîlerinin kabul ettikleri ve övündükleri metres hayatı? Nikâhsız arkadaşlıklar ve beraberlikler? Bunların amacı ve izahı nedir?
Hâlbuki bütün hayvanâtın şehadeti ile ve izdivaç eden nebâtâtın tasdiki ile sabittir ki izdivâcın hikmeti ve gâyesi tenâsüldür, yani nesli devam ettirmektir. Amaç nesli devam ettirmek ise o zaman sınırlı ve sorumluluğu netice veren temiz ve nezih evliliklere müsaade etmek aklın, ilmin ve maslahat-ı beşerin gereğidir.
Çünkü senede bir defa çocuk doğurabilen, elli yaşından sonra annelikten uzaklaşan ve ayın yarısında kâbil-i telekkuh bir kadın, elbette ekser vakitte tâ yüz seneye kadar kâbil-i telkih bir erkeğe kâfî gelmemektedir.4 Bu açıdan da sınırlı ve sorumlu evliliklere ihtiyaç vardır.
Çok evlilik ister istemez vardır ve insanın tabiatı gereği var olmaya devam edecektir. Öyle ise fıtratın sesine kulak veren dinimiz birden dörde kadar evliliğe, koyduğu ölçüler çerçevesinde müsaade etmiş, kadınların hürmetini ve haklarını korumuştur. Kadını sokaktan kurtarmış ve kendisine hürmet edilen bir anne haline getirmiştir.
Bir kadın için ideal amaç anne olabilmektir. Dinimiz bunu yapmıştır. Mimsiz medeniyet ise kadınları yuvalarından çıkarmış, onlara olan hürmetleri kırmış ve mebzul metaı, ortalık malı haline getirmiştir. İslâm dini âlemlere rahmet olarak gelmiş ve merhameten kadınları yuvalarına dâvet etmektedir. Kadına saygı ve hürmet ancak evlerinde gösterilir.
Bediüzzaman’ın veciz ifadeleri ile “Rahatları evlerde, hürmetleri orada, hayat-ı âilede, temizlik zinetleri. Haşmetleri hüsn-ü hulk, lütuf ve cemali ismet, hüsn-ü kemâli şefkat, eğlencesi evlâdı.”5
Şimdi soruyoruz: Kızlarımız, kadınlarımız üç kuruş kazansınlar diyerek bütün bu manevî değerlerden mahrum kalsınlar mı? Yoksa izzet ve şerefle, saygı ve hürmetle yaşayarak cenneti ayakları altına alacak kadar mânen yükselerek değerli birer anne mi olsunlar?
Peki, kadına gerçek değeri medeniyet mi kazandırıyor, yoksa İslâm dini mi?
Bu soruların cevabını da değerli okurlarımız kendileri versinler…
Dipnotlar:
1- Hucurat, 49:13
2- Sözler, 373
3- Sözler, 373
4- Sözler, 373
5- Sözler, 667
|
M. Ali KAYA
07.08.2006
|
|
Vâris
Allah (c.c.), Vâris’tir. Ezelden ebede her şey her zaman Cenâb-ı Hakkındır. Bütün mülk ve servetin bütün zamanlarda sahibi Cenâb-ı Allah’tır. O, mülkünde dilediği gibi tasarruf eder.
Dünyanın malı ve mülkü insana geçici olarak emânet edilmiştir. Onun için elinde bırakılmamakta, geri alınmaktadır.
Çünkü, insan hiçbir mala ve mülke gerçek sahip değildir. Hiçbir şey hiçbir fânîye kalmamakta; her şey sonunda Allah’a kalmaktadır. Her şeye gerçek ve mutlak Vâris Cenâb-ı Allah’tır.
Ebû Hüreyre’nin (r.a.) Peygamber Efendimizden (a.s.m.) rivâyet ettiği Vâris ismi, Kur’ân’da da vârittir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Göklerin ve yerin mîrâsı Allah’ındır. Allah, işlediklerinizden haberdârdır.”1
Bir diğer âyette, “Siz, Allah yolunda sarf etmiyorsunuz. Oysa göklerin ve yerin mîrasçısı Allah’tır”2 buyurulur. Başka bir âyette Cenâb-ı Hak, “Nimet ve refaha karşı nankörlük eden nice kasabaları yok ettik. İşte yerleri! Kendilerinden sonra pek az kimseler oturabilmiştir. Oralara Biz Vâris olmuşuzdur”3 buyururken, bir başka âyette, “Muhakkak dirilten ve öldüren Biziz. Biz Vâris’iz”4 buyurmaktadır.
İnsanın fıtratına hadsiz bir muhabbet istidadı yerleştirildiğini beyan eden Bedîüzzaman, bu muhabbetle insanın koca dünyayı hânesi gibi sevdiğini ve bütün güzelliklere vazgeçilmez ilgi duyduğunu, halbuki muhabbet beslediği varlıkların hiçbirinin durmayıp elinden çabuk çıktıklarını ve insana dayanılmaz ayrılık azâbı verdiklerini kaydeder. Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, o azâbı çekmekte kabahat ve kusur insana aittir. Çünkü, insan hadsiz muhabbet istidadı ile, ancak Cenâb-ı Allah’ı sevmeliyken, bu istidâdı yanlış kullanarak, muhabbetini fânî varlıklara sarf ettiği cihetle kusur etmekte, kusurunun cezâsını da ayrılık azâbıyla çekmektedir.
Bedîüzzaman’a göre, insan kendisine aslâ mâlik değildir! İnsan, kudreti sonsuz bir Kadîr’in ve rahmeti hadsiz bir Rahîm-i Zât-ı Zülcelâlin kuludur ve memlûküdür. Bu âlem fânîdir. Fakat ebedî bir âlemin mahsulâtını yetiştirmektedir. Dünya geçicidir. Fakat bâkî meyveler vermekte, bâkî olan Cenâb-ı Allah’ın bâkî isimlerinin cilvelerini göstermektedir. İnsan Cenâb-ı Allah’ın aziz bir misâfiri hükmündedir ki, dünyadan berzaha, berzahtan âhiret menzillerine seyahat etmektedir. Varlıklar Cenâb-ı Hakkın isimlerine âyine olduğu yönüyle sevilmeli; güzel şeylere, “Ne güzeldir!” değil, “Ne güzel yaratılmıştır!” nazarıyla bakılmalı; dostları ve ahbapları yokluk karanlıklarından kurtarıp dünyadan daha güzel bir yerde yerleştiren Cenâb-ı Allah’ın Vâris, Bâis, Bâkî, Kerîm, Muhyî ve Muhsin isimlerine rûhen ne kadar muhtaç olduğumuz idrâk edilmelidir.
Ne var ki insan, sahipsiz zannettiği dünyanın sırf kendisine âit olduğunu düşünmekte ve kendisine mîrâs kalacağı var sayımı ile hareket etmekte, her elden giden mülk ve servet sebebiyle de çok ıstırap çekmekte, hadsiz gam ve hüzün duymaktadır. Fakat insan, ebediyete uzanan duygular taşıdığını unutmamalı, mülkü, mülk sahibi olan Allah’a teslim etmeli, kendisi doğrudan Bâis ve Vâris olan Cenâb-ı Allah’a bağlanmalı ve yalnız Ona muhabbet duymalı, yalnız Onun muhabbetiyle yetinmelidir. Bedîüzzaman’a göre, dostların ve sevilen şeylerin ayrılıklarından “ah!..” çekmemelidir. Çünkü, Cenâb-ı Hak her şeye Vâris’tir, Bâis-i Bâkîdir, her dostu tekrar diriltecek ve ebediyete mazhar kılacaktır. Nimetin devamının, nimetin zâtından daha kıymetli olduğunu; lezzetin bekâsının, lezetten daha lezîz bulunduğunu; Cennetin devamlılığının da nîmet olarak Cennetin üstünde olduğunu beyan eden Bediüzzaman Saîd Nursî, Esmâ-i Hüsnâdan Vâris isminin tecellîleri adedince, gidenlerden sonra yerine gelen varlıkların sayısınca, âhiret âleminin mevcûdâtı adedince ve uhrevî mükâfâtları almaya esas olmak üzere hıfz edilen beşerin amelleri sayısınca Cenâb-ı Hakka, sonsuz, gökleri dolduracak kadar büyük bir “Elhamdülillah” diyerek hamd edilmesi gerektiğini kaydeder.
(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna)
Dipnotlar:
1- Âl-i İmran Sûresi: 180;
2- Hadid Sûresi: 10;
3- Kasas Sûresi: 58;
4- Hicr Sûresi: 23
|
07.08.2006
|
|
Delâili'n-Nur
11. Allah’ım! Sayesinde içinden çıkılmaz işlerin çözüme kavuştuğu, sıkıntıların dağıldığı, ihtiyaçların yerine getirildiği, isteklerin elde edildiği, îman ile dünyadan göçme maksadına erildiği ve onun şerefli yüzü suyu hürmetine buluttan yağmur indirmesi için Allah’a yalvarıldığı Efendimiz Muhammed’e, onun âl ve Ashâbına, her göz açıp kapamada ve her nefeste Sence bilinen nesneler sayısınca en mükemmel bir salât ve eksiksiz bir selâm eyle.
|
07.08.2006
|
|
Dinamik ve enerjik bir zât
Bir müdde-i umumi, iddiânâmesinde, “Bediüzzaman, ihtiyarladıkça artan enerjisiyle dinî faaliyete devam etmektedir”; Denizli mahkemesi ehl-i vukuf raporunda, “Evet, Said Nursî’de bir enerji vardır. Fakat bu enerjisini tarîkat veya bir cemiyet kurmakta sarf etmemiş, Kur’ân hakikatlerini beyân ve dine hizmete sarf ettiği kanaatine varılmıştır” denilmektedir. Din aleyhindeki eski hükümetlerin vekillerinden birisi, antidemokratik kanunların Millet Meclisinde müzâkeresi esnâsında, “Bediüzzaman Said-i Nursî’nin dinî faaliyetine, yirmi beş seneden beri mâni olamıyoruz” demiştir.
Biz de deriz ki: Evet, Said Nursî Hazretleri, emsâli görülmemiş dinamik ve enerjik bir zâttır. Bediüzzaman’ın hârika bir insan olduğunu, din düşmanları olan muârızları dahi kalben tasdik ve takdir etmektedirler.
|
07.08.2006
|
|
Tesbih eden küçük taşlar
Nakl-i sahihle, Enes ve Ebû Zer’den kütüb-ü sahîha haber veriyorlar ki:
Hazret-i Enes (hâdim-i Nebevî) demiş ki: Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın yanında idik. Avucuna küçük taşları aldı; mübarek elinde tesbih etmeye başladılar. Sonra Ebû Bekri’s-Sıddık’ın eline koydu; yine tesbih ettiler.
Ebu Zerr-i Gıfârî, tarikinde der ki: Sonra Hazret-i Ömer’in eline koydu; yine tesbih ettiler. Sonra aldı, yere koydu, sustular. Sonra yine aldı, Hazret-i Osman’ın eline koydu; yine tesbihe başladılar. Sonra, Hazret-i Enes ve Ebu Zer diyorlar ki: “Ellerimize koydu, sustular.”
Mektûbât, s. 133
|
07.08.2006
|
|
Allah’ın cezalandırması
Günahkârın biri bir gün Şuayb Aleyhisselâm’a dedi ki:
“Ey Allah’ın Peygamberi! Allah benim birçok günahımı ve hatamı gördüğü halde bana lütuf ve keremiyle muamele ediyor ve beni cezalandırmıyor.”
Bunun üzerine Cenâb-ı Allah Şuayb Aleyhisselâm’a şöyle vahy etti:
“O kulum, ‘Ben bu kadar günah ettim de, Allah bana lütuf ve keremiyle muamele ediyor ve beni cezalandırmıyor’ diyor. Ona de ki: ‘Ey nefsi kendisini yanlış yola çağırıp duran adam! Allah seni öylesine imtihan ediyor ki, senin günahtan kararmış kalbin bunu fark etmiyor. Sakın Benden ümidini kesme. Bana sığın, Bana dön.’”
Şuayb Aleyhisselâm Allah’ın kendisine bildirdiği sözleri adama söyleyince, adam bu sözleri iltifat saydı ve büyük bir şevkle Allah’a yöneldi. Fakat Şuayb Aleyhisselâma şunu sordu:
“Gerçekten Allah beni imtihan ediyor mu? Bunu nereden anlayabiliriz?”
Şuayb Aleyhisselâm Allah’a niyazda bulundu:
“Ya Rabbi! O adam senin kendisini nasıl imtihan ettiğini bilmek istiyor” dedi.
Cenâb-ı Hak buyurdu ki:
“Ben Settar’ım, ayıpları ve günahları örterim. Fakat şu kadar söyleyebilirim ki, onu imtihan ettiğimin işareti: O oruç tutup, namaz kılıp, zekât verdiği halde, bunlardan haz almıyor. İbadetlerini zevkle yapsın ve Bana güvensin. Tövbesini tamamlasın.”
|
Süleyman KÖSMENE
07.08.2006
|
|
|
|