Benim dönemimde ilkokul 5 yıl ve mecburîydi. Sonrasında devam etmek isteyen 3 yıl ortaokul ve 3 yıl da lise olmak üzere ortaöğretimini tamamlardı.
Fakat bu merhaleye ulaşmak eski öğretim şartlarında her babayiğidin harcı değil ve yükseköğretim ise çoklarına neredeyse ‘zümrüd-ü anka’ sayılırdı. Bunun nedeni çoğu kez velilerin tutumu ise de, diğer önemli nedeni, okul hayatının getirdiği disiplin, sebat ve azimdi. Bunun için de öğrencinin okuma aşkı, gayreti ve kurallara azami riayeti gerekliydi.
Çocuğunu okutmak, meslek sahibi etmek kavramı, yaşadığım yerde aileler tarafından önemsenen bir şey olsa da, zaman içinde hayat pratiğine çok uymadığı düşünülmeye başlanır, sabır ve kredi, lise mezunu olana kadar kullanılırdı.
Köyden servisle giderdik. Lise son hariç tam 5 yıl bu şekilde gidip geldim. Lisede dönem ödevleri ya da ağır bir imtihan için arkadaşlarla çalışma durumu olduğunda, sabah 6 buçukta çıktığım evden, akşam ortaokul paydos servisi ile yine 6 buçuk 7 sularında döndüğüm çok olmuştur. Kar, tipi, ayaz bazen (Yalova) Termal’e yürümek, dönüşte yaya çıkmak durumları da hakeza... Erkek öğrencilere bile zor gelir, okumanın cazibesi her zorlukta biraz daha kaybolur ve o serviste birlikte başladığımız çoğu arkadaş, ya ortaokul terk, ya lise terk bir şekilde öğrenim hayatına son verirdi.
Anneler kızları sekreter, muhasebe, posta memuru olsun diye lise mezunu olmalarına gayret etseler de, çoğu kızlar ya annem hasta, ya kardeşime bakmam lâzım, ya da yeter bu kadar diyerek ayrılır ve dikiş, dantel işlerinde kendini geliştirmek o dönemde daha muteber görüldüğü için kurslara katılır, okuma hayatının yarım kalmasına çok da takılmazlardı.
Erkekler içinse 11 yıl aileden para alarak okumaya çalışmak bir noktadan sonra ağır gelmeye başlardı. Her ne kadar yaz döneminde harçlıklarını çıkaracak işlere girseler de, bir an önce hayata atılmak duygusu ağır basar, cebir ve geometrinin, biyolojinin tasallutundan kurtularak, hayat okuluna atılmanın yolunu aramaya başlarlardı.
Erken evlilik âdeti yaygın, makbul olanı askere gidene kadar nişan, dönünce hemen düğün mantığı baskın olunca da, okumak fikri çoğu ailelerde konforlu bir ideale dönüşmekte gecikmiyor. Termal’de ya da fabrikada işe girmenin pratikliği kaçınılmaz olup, adaya veda zillerini çaldırıyordu.
Peki, okul hayatı nasıldı eskiden?
Pek bir zordu diyebilirim. Zira bir kere öğretim mecburi değildi. O yüzden öğretmenler bu konuda çok minnetsizdi. Haylazlık yapana toleransı bırakın, disipline sevkin en basit cezası, bir kere saçlara makas yürütmekti. Gençlerin olduğu yerde taşkınlık olmaz mı? Elbette vardı ama zil sesi sınırdı. Öğretmenin derse girmesi sınırdı. Sınıfta sessizlik sınır, konuşma, hitap hepsi sınırdı. Öğrenci kıyafet, konuşma, tavır ve derslere bağlılıkta okul disiplinine uygun davranmak zorundaydı. Sadece ‘unuttum getiremedim’ dediğim resim defterim yüzünden, orta birinci sınıfta tek zayıfım resim dersi olmuştu, teşekkür alamamıştım.
Başarısız öğrenci kabul edilebilir bir şeydi ama laubalilik, derste gevşeklik asla kabul görmez, sınıfın döküldüğü bir kaç kişinin iyi not aldığı bir yazılı sonucunu açıklama faslından sonra, öğretmen açardı ağzını, yumardı gözünü. ‘Mecbur değilsiniz bu sıraları işgal etmeye, sanayi, pazarda tezgâh, tamirciler sizi bekliyor’ diye konuşurdu.
Ve not cimrisiydi öğretmenler. Teşekküre geçmek, takdir almak bugünün TYT imtihanlarında derece yapmak gibi bir şeydi. Müdanasızdılar. Okul askeri disiplini aratmayan bir sistemde işlediği için, saygı asıldı. Yalova sahilinde bir öğretmenime rastladığımda, aynı çekingenlik ve esas duruşla selam ve zorla bir kaç kelam edebildiğimi bilirim yıllar yılı…
Her şeyin hüviyetini yitirdiği bir zamanda okul eğitim öğretmen kavramları da aslından çok şey kaybetti, değeri düştü. Zira dengeler değişti. Gerçekten okumak isteyenin geldiği, öğretmenin saygınlık ve itibarının olduğu, parayı verenin düdüğü çalamadığı, şişirilmiş notlarla diplomaların dağıtılamadığı ve en acısı silahı kapıp bir öğretmeni vuramayacağı yerler olsun okullar. Ve okulun ön kapısından girmiş, arka kapısından çıkmış diye küçümseme ifadesi vardı eskiden kafası basmayanlar için.
Ön kapısından bile girdirmeyecek sistemlere geri dönülsün. Mecburi öğretim senesi düşürülsün ki, öğrencilerin elinde oyuncak öğretmen rezaletine ve İbrahim Oktugan öğretmen olayındaki gibi, hayatına mal olacak bir felakete düçar olunmasın. ‘Okuyacak da ne olacak’ denirdi eskiden. Erken ve eksik söylemişler meğer. Böyle hasta ruhluların ihracı kolay, okula alınması yani idhali nâmümkün olsun…