“İstanbul, önünde şair ile arkeoloğun, diplomat ile tüccarın, prenses ile gemicinin, kuzeyli ve güneylinin, hepsinin aynı hayranlık duygusuyla haykırdığı, evrensel ve son derece büyük bir güzelliktir. Bütün dünya, bu kentin dünyanın en güzel yeri olduğu düşüncesindedir.” demiş Edmondo De Amicis.
“Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar” demiş Necip Fazıl.
Fakat bir şehre hem hayran olmak, ama aynı zamanda hunharca talan edildiğini iç acısıyla izlemek de bizim zamanımıza denk düştü ne yazık ki.
Benim elimde yetki olsa, İstanbul’un yarısını boşaltırım ki zaten bu, Osmanlı’da Fatih döneminden itibaren sürdürülen bir politikadır. Öncelikli olarak tabii ki nüfusun şişmemesi, başıbozuk bir yerleşim istilasına uğramaması hedeftir. Anadolu’dan gelenlerin Bostancıbaşı köprüsünde, Rumeli tarafından gelenlerin Küçükçekmece ve Yarımburgaz’da bulunan karakollara uğramadan ve ellerindeki ‘mürûr tezkeresi’ni göstermeden İstanbul toprağına girmeleri kati surette mümkün değildi. Kaçak girenler şiddetle cezalandırılmayı göze alırlardı.
Zaman zaman yine de artan nüfus için IV. Murad dönemi uygulaması ilginçtir. Naima Tarihi’ne göre, 1635’te, padişah buyruğuyla, İstanbul’a 40 yıldan daha az bir süre önce gelenlerin hepsi toplanıp memleketlerine gönderilmişlerdir.
Tarih-i Lütfi’de belirtildiğine göre, 1829’da güya herkese eşit miktarda ekmek dağıtabilmek amacıyla, İstanbul’da gene bir defter yazımı yapılmış ve bekar takımından olup, İstanbul’a gelişi 10 yılı aşmayanlardan 4 bini yakalanarak memleketlerine gönderilmişlerdir.
İstanbul’da yaşamak ile İstanbullu olmak, o kadar ayrı şeylerdir ki her ilden gelenin kendi gettosunu kurduğu ve asla şehrin kültürüne adapte olamadığı milyonlar ve son dönemde ne idüğü belirsiz göçmenlerle hiç bir şehrin başına gelmeyen bir kimliksizleşmenin kurbanı olmuştur İstanbul.
Yine de bağrına basar İstanbul, bunca kıymet bilmezi.
Bu da onun kerametidir, yüceliğidir. Bağrına basar, besler, yaşatır.
Bu şehirde yaşanmaz deyip kaçana, üç günde kendini özletip aratır.