“Yüce [seçkin] Heyet” şeklinde tercüme edilebilen Mele-i A’lâ kavramı hakkında müfessirler çok farklı tanımlar yapmışlardır.
MELE-İ A’LÂ KORUNMUŞTUR
Mekân itibariyle süflî âlem olan yeryüzünde veya “dünyanın semasında” değil, ulvî âlemde ama dünyaya “en yakın semada” [boyutta] bulunur. Şeytanların da erişmek istedikleri ama kovuldukları bir meclis olup korunmuştur; âsî şeytanlar ve cinler Mele-i A‘lâ’yı dinleyemezler ve onlardan haber çalamazlar.1
Yalnız bu ayetlerde kastedilen mana, cinlerin semavat memleketinin “payitahtına” kadar gidip oradan haber çalmaya kalkışmaları değildir. Zira süflî ruhların oraya kadar ulaşması zaten mümkün değildir. Belki şehadet âlemini ihata eden ve cevv-i havaya dahî şümulü bulunan semavat memleketinin, arz ile münasebettar olan cüz’î makam ve mevkilerinden (bir nevi kontak noktalarından) kulak hırsızlığı (istirak-ı sem) yapmaya yeltenmeleridir.2
SEÇKİN RUHLAR ORADA BULUNURLAR
“Hz. Peygamberin (asm) rahat döşeğinde vefat edip Mele-i A’lâ’ya çıkmasına kadar” ifadesi3 ve keza Cenab-ı Hakk’ın onu “ümmetin ömr-ü galibi olan 63’te Mele-i A’lâ’ya göndermesi”4 Mele-i A’lâ’nın, aslında berzah âlemine ait peygamber ruhlarının da içinde bulunduğu bir boyut olduğunu düşündürmektedir. Nitekim “Dünyaya en yakın semada (boyutta)” bulunuyor olması da bu düşüncemizi desteklemektedir.
KUR’ÂN’IN TOPTAN İLK İNİŞİ MELE-İ A’LÂ’YADIR
Kadir Suresinde “nezzelnâ (peyderpey indirdik)” yerine “enzelnâ” (indirdik)” kelimesinin seçilmesi gösteriyor ki, aslı yedi kat göklerin üstündeki Levh-i Mahfuz’da bulunan Kur’ân5 toplu hâlde ilk defa Kadir Gecesinde bu semaya (boyuta) indirilmiştir.6 23 Yıl boyunca olaylar ortaya çıktıkça ayetler veya sureler şeklinde dünyaya, Mele-i A’lâ’nın da içinde bulunduğu bu sema tabakasından gönderilmiştir.
Risalelerdeki, “[Kur’an] harika fesahatıyla Mele-i A’lâ’dan yeryüzüne indirilmiş”7 ve Hz. Peygamber de (asm) “Mele-i A’lâ’dan nazil olan bir hutbe-i ezeliyeyi okumuştur”8 ifadelerinde bu ikincil kaynak kastedilmektedir.
KUR’ÂNÎ HAKİKATLERİN FEYZİ DE KALPLERE ORADAN İNER
İmam Gazalî (ra) Mele-i A‘lâ’nın, saf ve üstün nefislere ilimlerin nurlarını aktaran bir kaynak olduğundan bahsetmektedir.9Gazalî’nin bu sözlerinden Risale-i Nur hakikatlerinin de bu anlamda “menba’ ve maden-i hakikisi olan Mele-i A’lâ’da tefeyyüz” edildiğini10 bir başka ifade ile “sema-i Kur’ânîden ve âyâtının nücûmundan indiğini”11 söylemek mümkündür.
Dünyadan semavat memleketine açılan menfezlerden biri de kalb-i insanî olduğuna göre, hakkalyakin mertebede bir imanla dolu kalplerin “kalp telefonuyla yüksek ruhlarla muhabereleri olabilir.”12 Vefat etmiş velîlerin ruhaniyetinden “Üveysî metotla” ilim ve feyiz alınması bu tür bir irtibata dayanır.
MELE-İ A’LÂ’NIN DA BİR GÜNDEMİ VARDIR
“Cüz’î bir şahsın cüz’î bir ahvâli, küllî ve geniş olan semavat memleketindeki Mele-i A’lâ’nın medar-ı bahsi”13 olabilmesi ve bu meyanda mesela -nass-ı hadisle- “şiddetli soğuklarda abdest almak, insanlar uyurken namaz kılmak, cemaatlere gitmek, selamı yaymak, yemek yedirmek…”14 gibi salih amellerin o mecliste de “gündeme geldiğini” göstermektedir.
Dolayısıyla Üstad Nursî de (ra), insanların Risale-i Nur’ları dinlememesi yüzünden ümitsizliğe düşen bir talebesine “Vazifemiz hizmettir… Merak etme! Kat’iyyen bil ki, Mele-i A’lâ’nın hadsiz sakinleri bugün Risale-i Nur’u alkışlıyorlar”15 diyerek bir cihetten o meclisle olan irtibatını ihsas ederken öte yandan itibarlı ruhların oluşturduğu o seçkin mecliste Nur’larla yapılan hizmetlerin de -diğer salih ameller gibi- medar-ı bahs edildiğini, hatta alkışlandığını müjdelemiştir.
Esasen İmam-ı Ali (ra) ve Şah-ı Geylânî (ra) gibi nice büyük ruhların daha dünyada iken 14 ve 8 asır öncesinden kaleme aldıkları Celcelûtiye, Ercüze misali bazı eser ve kasidelerde -ama teeddüben şifreli şekilde- medar-ı bahs ettikleri isimleri, mevzuları ve hizmetleri artık takip etmiyor ve konuşmuyor olmaları elbette ihtimalden uzaktır.
O “MECLİS-İ MUHTEŞEM” MELE-İ A’LÂ’NIN BİR ŞUBESİ VE YANSIMASI MI?
Bediüzzaman Hazretlerinin 1919’da “Rüyada Bir Hitabe” başlığı altında bahsettiği, gördüğünü söylediği ama hicabından girmeyip kapısında ve ayakta beklediği o “Meclis-i Muhteşem”in de Mele-i A’lâ kapsamında değerlendirilmesi herhâlde yanlış olmaz. Çünkü o meclis “Mukadderat-ı İslâm için teşekkül eden bir meclis-i muhteşem”dir ve içinde “Münevver, emsalini dünyada görmediğim, selef-i sâlihînden ve a’sarın meb’uslarından her asrın meb’usları bulunur.”16
Üstad’ın bu meclisle olan irtibatının 20 sene sonrasında da devam ettiğini Kastamonu Lahikasındaki bir mektuptan anlıyoruz. Bu mektupta aynı meclisten, bu defa Osmanlı’nın dâhi idarecilerinin Birinci Dünya Harbine girmekle niçin “kör gibi hareket ettiklerinin” hikmetini öğreniyoruz.
“Ricâl-i Gaybın” bu tür toplantı, irşad ve himmetlerinin devam ettiği mutasavvıflarca zaten kabul ediliyor olsa da, bizim bütün bu çıkarım ve yorumlarımız kat’iyyet ifade etmez. Doğrusunu Allah bilir. Her şey bizim malumatımıza münhasır değildir. Lakin kat’î değilse de, ben gibi “dehrin hâdisatının verdiği yeis ile şiddetle muzdarip” olan nefislere belki iyi gelir.
Dipnot:
1- Sâffât: 37/6-8
2- 8. Lem’a, 28. Nüktesi.
3- 19. Mektup, 15. İşaret, 3. Şube.
4- 23. Mektup, 6. Sualiniz.
5- Burûc :85/21-22; Vâkıa: 56/78
7- İşârâtü’l-İ’caz, Bakara 2/23. ayetin tefsiri.
8- Mesnevî-i Nûriye, Reşhalar.
9- TDV İslâm Ans. “Mele-i A’lâ” md.
10- Tarihçe-i Hayat, İkinci Kısım.
11- 1. Şua, 24. Ayet.
12- 28. Lem’a, 28. Nükte.
13- 28. Lem’a, 28. Nüktesi.
14- Tirmizî, 38.
15- Tarihçe-i Hayat, 6. Kısım, Mukaddeme.
16- Sünûhât