“Denizli hapsinden tahliyeden sonra iki gün otelde Üstad’ın hizmetinde kaldım. Üstad’ın ağaçtan olan yemek kaşığının sapı kırılmış, ince bir çivi ile perçin yapılmıştı. Ben çarşıdan güzel bir kaşık almış, o kaşığı da çöp sepetine atmıştım. Akşam yemeğini götürdüğümde Üstad ağaç kaşığını aradı. Çöpe attığımı söyleyince:
‘O benim otuz senelik arkadaşımdı. Onun kıymetine paha biçilir mi! Derhal onu bul ve getir!’ dedi.
Hemen çöp sepetine koştum. Bereket versin, bir yağlı kâğıda sarmıştım, aynen duruyordu. Suda kaynatıp Üstad’a teslim ettim.”
* * *
Abdullah Gayretlioğlu anlatıyor: “Bir gün Zübeyir, tamir etmem için Üstad’ın çay kaşığını getirmişti. Kaşık ortasından kırılmıştı. Alüminyum olduğu için kaynak da tutmuyordu. Gidip 10 kuruşa yeni bir kaşık aldım ve Üstad’a götürdüm. Bana:
‘Kardaşım! Sen bilmiyor musun, bu kaşık benim kırk yıllık arkadaşımdır’ dedi.
Çaresiz dükkâna döndüm. Küçük bir sacı kıvırarak sapı içine geçirip tamir ettim. Geri götürüp Üstad’a takdim ettiğimde öyle memnun oldu ki, bana 25 kuruş verdi.”
Bazıları bu hatıralardan sadece iktisat dersi çıkarabildi!
* * *
Barla’da, evinin önündeki çınar için Bediüzzaman Hazretleri derdi ki:
“Ehl-i hükümet [Başka rivayette ‘Menderes’] gelerek: ‘Eğer razı olursan, şu ağacın bir dalını keseceğiz. Sana da 10.000 altın vereceğiz. Bu parayı Risale-i Nur’un hizmetinde sarf edersin’ deseler, vallâhi razı olmam!”
Ne gariptir ki, Nur hizmetinin sembolü olan bu ulu çınarın, Üstad’ın çardağını taşıyan ana dalı, 1980 İhtilâli sonrasında kesilmiş, sonradan yerine protez dal yapılmıştır.
Üstad Nursî’nin (ra) bu çınar ağacı hakkında bu kadar “tavizsiz” konuşmasını bazıları ona olan merhametine hamletti. “Gurbette bu çınarın kucağında çok zikrettiği için böyle diyor” zannetti.
Halbuki burada bir tembih ve keramet gizlenmişti. Üstad, sanki şunu demek istiyordu: “Ehl-i hükümet size derse ki: ‘Üstad’ınızın tahtını taşıyan şu ana dalı (ekolü) kesmemize izin verin, biz de size daha çok hizmet edebilmeniz için imkân ve destek verelim.’ Böyle bir teklif olursa -ki olacaktır- sakın cemaat içinde sadakatle hizmet eden bir dalı satmayın!”
Vâ esefâ! Mübarek safdiller, hakkı değil, aslında kuvveti sevdiklerinden, hakka değil hep kuvvete boyun eğdiklerinden her defasında bunu anlamadı!
* * *
1934’teki Eskişehir hapsi öncesinde Üstad Hazretleri Barla’dan alınıp Isparta’ya getirilmiş ve burada 9 ay gözetim altında tutulmuştu. Bu dönemde ona hizmet eden Mehmed Gülırmak (1911-1997) anlatıyor:
“Nur Talebelerine çok eziyet eden polis Dündar -ki, Üstad ona ‘Murdar’ derdi- devamlı Üstad’ın hanesini gözler ve gelenleri yazardı. Bir gün su taşırken bana:
‘Şubede pusulan çıkmış. Seni şubeye kadar götüreceğim!’ dedi.
Gelip Üstad’a söyledim. Üstad ‘Çağır onu buraya!’ dedi. Gidip söyleyince adamın rengi attı. Üstad polise: ‘Ne var, niye çağırıyorsun!?’ dedi.
‘Efendim, pusula geldi de...’ [diye lafı geveledi.]
‘Beni iyi dinle! Ben buraya geldiğimden beri hep bereket için dua ettim. Hiç kahır için dua etmedim. Emniyet amirine selam söyle. Bu benim gözümün nazlı karasıdır. Eğer Mehmed’e dokunursanız, ona tek bir fiske vurursanız, bana Isparta’nın altını üstüne çevirttirirsiniz! (Sonra sert bir şekilde) Haydi git!’ dedi. Polis Dündar:
‘Efendim, elini öpeyim!’ dedi. Üstad öptürmedi ve ‘Haydi git!’ dedi.
Polisle karakola vardık. Beni bir kenara oturttu. Amirinin yanına girip Üstad’ın dediklerini onun kulağına söyleyince amiri dilini ısırdı. Bana dokunmadılar.”
* * *
Sav’lı Hasan Kurt anlatıyor: “1944’te Denizli Mahkemesi devam ederken Üstad: ‘Bütün cemaat gelsin, orada bulunsun! Nur Talebelerinin yalnız olmadığı görülsün!’ diye mahkemeleri takip etmemizi çok istiyordu.
Biz de 40-50 kişi Sav’dan ve etraf köylerden toplanıp bir gün evvelden Denizli’ye gittik, bir otele yerleştik. Mahkeme günü neredeyse üç bin kişi vardı. Hatta savcı bir ara: ‘Binayı göçüreceksiniz!’ diye bağırmıştı. Üstad öyle bir müdafaa yaptı ki…”
* * *
Rivayet olunur ki, Osmanlı devrinde Bursa’da bir hayırsever Arap Şükrü Sokağı’na bir çeşme yaptırıp kitabesine: “Bu çeşmenin suyu her kula helâl, Müslümana haram” diye yazdırır.
Bunu gören halk alınır ve kadıya şikâyet eder. Hayırsever, bunun sebebini yalnızca padişaha açıklayabi- leceğini söyler. Sonra da padişahtan, önce bir hahamla bir papazın tutuklanmasını ister ve bu sosyal deneye padişahı ikna eder. Tutuklamanın akabinde Yahudî ve Hıristiyanlar kendi din adamlarına sahip çıkmışlar ve saraya kadar ulaşmışlardır.
Aynı hayırsever, padişaha “Şimdi de Ulu Cami’nin imamını tutuklattırın” der. Ancak imamın tutuklanmasına kimse ses çıkarmamış, hatta “Vaazlarında sert konuşuyordu, idareyi eleştiriyordu, kimseyi dinlemiyordu, böyle olacağı belliydi” demeye başlamıştır. Gerçekte niçin tutuklandığını dikkate alanlar olmuşsa da sesleri duyulmamıştır.