Fevzi Çakmak, tek partinin en müstebit döneminde, yirmi yıl kadar Genelkurmay Başkanlığı yapmış bir isim.
Kendisi bu süreçte belki de şahsî hayatı ile iyi bir görüntü veren, muhafazakâr, abdestinde namazında birisiydi, ancak, döneminde yapılan dehşetli manevî tahribatın yanında yer almış ve dindarlığı sebebiyle ise millet ile tahribatçılar arasında paratoner görevini ifa etmiştir. Bütün bunlara rağmen, Üstad Hazretleri nezdinde “Zındıka komitesinin dört reisinden üçüncüsü” olmaktan kurtulamamıştır.
Bu konuda Son Şahitler’den Mustafa Sungur’un anlattığı bir hatıra dikkat çekicidir:
Tahirî Mutlu Ağabey İstanbul’dan geldi. Emirdağ’da Üstad’ın yanına girince, Üstad’ımızın ilk sorusu şu olur. “Tahirî Kardeşim, ahvâl-i âlemde ne var ne yok?” Bu soru üzerine Tahirî Ağabey, “Üstadım! Fevzi Çakmak Hazretleri vefat eyledi” der. Üstad hiç cevap vermez ve susar. Tahirî Ağabey tekrar: “Üstad’ım! Fevzi Çakmak Hazretleri vefat eyledi.” Üstad yine hiç cevap vermez ve susar. “Kardeşim, beni zorlama, Allah rahmet eylesin” diyemiyorum” der. Çünkü Fevzi Çakmak, dindarlığına rağmen, yapılan tüm mânevî tahribatın ortağı olmuştu. Bediüzzaman Said Nursî’ye karşı bir zararı olmamasına rağmen, onlarca senedir zulmün yanında olduğu ve işlenen “cinayetlere” ses çıkarmadığı için Üstad’ımız ona “Allah rahmet etsin” dememiştir, diyememiştir.
Her fikrin bir kanunu ve hukukî boyutu vardır. Bir de vicdanî, ahlâkî boyutu vardır. Bir fikrin birinci yönünü savunmak, onun ikinci yönü olan vicdanî yönünü de kabul ediyoruz anlamına gelmez. Yani, bir fikir yanlış dahi olsa, demokrasi gereği ifade hürriyetini savunmak ayrıdır, o tartışmalı fikri kabul edip savunmak ayrıdır. Bu konuda Kastamonu Lâhikası’nda geçen bir mektup önemli bir konuya dikkat çeker:
“Hem bir adam, kendi başına cesareti güzel de olsa, bir cemaat-i mütesanideye girdikten sonra, onların istirahatini ve sarsılmamalarını muhafaza etmek için, o şahsî cesareti istimal edemez.”
Buradan da anlaşılıyor ki, kendi şahsî cesaretimizi ve fikirlerimizi mütesanid bir cemaatin huzuruna zarar verecek şekilde kullanmamak gerekir.
Son hadiseleri dikkat aldığımızda, Risale-i Nur’un imajına ve hizmetlerimize zarar verecek bir durum varsa, “demokrasi” diyerek tartışmalı bir fikri dile getirme hususunda hassas olmalıyız.
Mazlumu savunmak, zulmedene yanlış yapıyorsun demek elbette görevimizdir. Yoksa bu adalet arayışı ve vurgusu suça bulaşmış menfî yapıyı/yapıları savunmak anlamına gelmez. Bunu yaparken de hikmet dairesinde hareket etmeli ve ölçülü olmalıyız. “Derman haddi aşsa dert getirir” diyor Üstad’ımız. Aksi takdirde bu denge bozulursa; yanlış imajdan dolayı yapılan hakaretler, zarar görmüş bir hizmet, talebesi olmayan dershaneler, yaşanılan gerginlikler ve ayrışmalar ortaya çıkabilir. Elbette “Bütün bunlara değer mi?” diye düşünmek lâzım? Üstelik hizmetlerimizle çok da alâkası olmayan meselelerden dolayı başkalarının içtimaî ve siyasî yanlışlarının bedelini biz ödemek durumunda kalmamalıyız.
Daha da kötüsü, kamuoyunda meydana gelen bu yanlış algı ile Risale-i Nur hizmeti; devleti, gücü ve maddî imkânları ele geçirmeye çalışan, bu yolda birçok meşru olmayan metotları uygulayan menfî bir hareket olarak görülmeye başlandı. Hepimize düşen vazife, Risale-i Nur’un müsbet hareketinin böylesi bir zarar görmesinden korkup titremek olmalıdır.
Hayatımızda, savunduğumuz, bedel ödediğimiz, kendi davamız, kendi hizmetlerimiz, Risale-i Nur olmalı. Başkaları ile yan yana durduğumuzda, onları savunduğumuzda başkalarının yanlış davası görünüyor, onlar da bununla kendi imajını güçlendiriyor, kendi düşüncelerini meşrulaştırmaya çalışıyorsa bir yerlerde düşünmeyi gerektirecek bir durum var demektir.
Kişilere bağlı veya kişilerin öne çıktığı hareketlerden uzak durulmalı. “Bâki hakikatler fâni şahıslara bina edilmez” kaidesi gereği, nazarlar şahıslara değil, şahs-ı manevîye odaklanmalı. Çünkü şahıslar üzerinden devam eden hizmetler devamlı olmaz. O şahıslar düşse, yanılsa, çürütülse, onunla birlikte hizmetler de sekteye uğrayacaktır. Bundan dolayı, hizmetlerimizin selâmeti için, mesuliyet taşıyanlara yardımcı olmak gerekir.