Tehlike Büyüktü
Bediüzzaman Said Nursi 1922 Kasım ayında İstanbul’dan Ankara’ya geldiğinde, Türkiye Büyük Millet Meclisinde resmî törenle karşılandı. Bir süre ortalığı görüp gözeten Bediüzzaman, işe meclise hitaben yazdığı bir bildiriyle başladı. Bu yeni meclis bazı inkılaplar yapmak istiyordu. Fakat ortalıkta maneviyata pek önem vermeyen bir hava seziyordu.
Bediüzzaman ilk uyarısını bu cümlelerle yaptı: “Şu inkılab-ı azîmin temel taşları sağlam gerek!”1
Tehlike büyüktü. Manevi köklerimizden tamamen koparılmak istenmiştik. Muasır medeniyete ayak uyduracağız diye Avrupa’nın göreneklerini ülkemize taşımayı amaçlayan bir dizi ilkeler benimseme yolundaydık.
Bediüzzaman Meclis kürsüsünde okunan bildirisinde, büyük bir inkılâba ihtiyaç olduğunu kabul ediyor, fakat bu inkılâbın temeline ecnebi adet ve yasalarını yerleştirmenin yanlış olduğuna dikkat çekiyordu.
Vazifeniz Şeairi Muhafaza Etmektir
Bediüzzaman bildirisinin devamında diyor ki, “Harice karşı kazandığınız iyiliği, dâhildeki fenalıkla bozmayınız. Bilirsiniz ki, ebedî düşmanlarınız ve zıtlarınız ve hasımlarınız İslâm’ın şeâirini tahrip ediyorlar. Öyle ise, zarurî vazifeniz, şeairi ihya ve muhafaza etmektir.”2
Bediüzzaman, bundan gafil olunursa, yapılan inkılâpların istila etmek isteyen düşmana yardım hesabına geçeceğini bildiriyor. Bunun sosyolojik nedenini de şöyle açıklıyor:
“Şeairde tehavün, zaaf-ı milliyeti gösterir. Zaaf ise, düşmanı tevkif etmez, teşcî eder.”3
Yani şeairde gevşekliğiniz milliyet zaafıdır. Kişisel zaaf değildir. Çünkü şeair bir kamu hukukudur. Şahsi hukuk değildir. Milliyet zaafı ise kişisel zaaftan çok daha tehlikelidir. Düşmanın istila gücüne güç katar. Dolayısıyla dini ihmal ederek, muasır medeniyete ulaşamazsınız; muasır medeniyetler nezdinde millet olarak kendinizi küçük düşürmüş olursunuz.
Hubb-u Cah İçin Dini Silmeye Gerek Yok!
Bediüzzaman mebuslara psikolojik olarak rehber olmak istiyordu. Demek istiyordu ki: Hubb-u cah, yani makam ve şöhret hırsını tatmin etmek için illa da dini silmeye ve yerine ecnebi adetlerini yenilik diye getirmeye gerek yok!
Sevab-ı uhrevî büyük ve gerçek bir makamdır. Müslümanların nefretleri yerine hayır dualarını kazanmak ise büyük bir mertebedir.
Mesela diyor Bediüzzaman, Ayasofya camiinin ehl-i kemal zatlarla dolu olduğu bir zaman kapıda, sofada ve pencerelerde haylaz çocuklar, ahlaksızlar ve eğlence-perest ecnebiler bulunduğunu farz edelim. O sırada camie giren bir adamın güzel bir Kur’ân okumasıyla binlerce ehl-i kemal Müslüman o adama dua eder ve ona teveccüh eder. Bundan sadece haylaz çocuklarla ecnebi seyirciler hoşlanmazlar.
O adam şarkılar söylese bu defa haylaz çocukların, ahlaksızların ve ecnebi seyircilerin hoşuna gidecek. Fakat cemaat nefret edecek.
Bediüzzaman diyor ki: “İşte… âlem-i İslam ve Asya, muazzam bir camidir. Ve içinde ehl-i İmân ve ehl-i hakikat, o camideki muhterem cemaattir. O haylaz çocuklar ise, çocuk akıllı dalkavuklardır. O serseri ahlaksızlar; frenkmeşreb, milliyetsiz, dinsiz heriflerdir. Ecnebi seyirciler ise, ecnebilerin naşir-i efkârı olan gazetecileridir.”
Âlem-i İslam ve Asya camiine giren bir adam güzel işler yapsa âlem-i İslam’ın duasını alacak; fakat ecdadının izinden gitmeyip “heveskarane, hevaperestane, riyakarane, şöhretperverane, bid’akarane işlerde ve harekatda bulunsa; manen, bütün ehl-i hakikat ve ehl-i îmanın nazarında en alçak mevkie düşer.”4
Bediüzzaman uyarılarını bu minvalde sürdürdü.
Dipnotlar:
1- Beyanat ve Tenvirler, s. 127
2- Beyanat ve Tenvirler, s. 131
3- Beyanat ve Tenvirler, s. 131
4- Mektûbat, s. 402-403; Beyanat ve Tenvirler, s. 132-136