Dünya kuruldu kurulalı kardeşler arası sorunlar hep olmuş ve olacaktır.
Sıkıntısız ve sorunsuz bir süreç isteyen, imkânsızı istemektedir. Hayat inişli ve çıkışlı olduğundan ve içinde de hareket olduğundan, maddî ve manevî teşrik-i mesailerde bazı ufak temaslar işin fıtratındandır. Bu, ehl-i iman ve Risale-i Nur Talebeleri için de bu şekildedir. Fakat bu an ve durumları kişiselleştirmek ve kronikleştirmek asıl sorun ve sıkıntıdır. Karşı taraf haksız dahi olsa, haklı olduğunu düşünen biz, olayı veya sorunu kişiselleştirdiğimizde iş hakikat canibinden çıkıp çıkmaza doğru sürüklenecektir. Meselemiz Kur’ân ve iman meselesi olduğundan bu hakikati unutup meseleleri kişiselleştirmek doğru olmayacaktır.
“O” öyle dedi, “bu” böyle dediden ziyade, sıkıntının kendisine odaklandığımızda, hem bizim hem karşı tarafın ‘ene’sinin devreye girmesini engellemiş oluruz. Farklı bir açıdan duruma baktığımızda ise “o” bu konuda haklı, “bu” şu konuda haklı dediğimizde, yine haklının ‘ene’lerini devreye soktuğumuzdan dolayı iş çıkmaz sokakla sonuçlanacaktır. Bütün çıkmaz sokak ve sonuçların çözümü ‘ene’nin istimali ile ilgilidir.
Kur’ân ve iman hakikatleri etrafında halelenen bizlerin, içimizde ‘ene’yi haklı dahi olsa kullanmaları çok vahim sonuçlara meydan verecektir. Üstadımız bu hakikati şöyle aktarmaktadır: “Ehl-i hak, bilmecburiye, eneyi terk etmekle hakka hizmet edebilir. Enenin istimalinde haklı dahi olsa, mademki ötekilere benzer ve onlar da onları kendileri gibi nefisperest zannederler, hakkın hizmetine karşı bir haksızlıktır.”1
Çok açık ve net bir şekilde “Enenin istimalinde haklı dahi olsa“ demesine rağmen şimdi nefsimiz devreye girip bize şunu söyleyebilir: Ene mi! Yok daha neler…
Fakat yaptıklarımıza baktığımızda haklı dahi olsak ‘ene’yi devreye soktuğumuzdan dolayı olayların sonuçları bellidir ve bir sıkıntı ve sorun uzun süre çözülemiyor ise herkes kendi ‘ene’sinin istimali konusunu gözönüne almalıdır. O yüzden mesleğimiz ve meşrebimizde haklı dahi olduğumuz mevzularda enenin istimali hakka karşı haksızlıktır. Hakkın hatırı âlîdir deyip ‘ene’nin peşine takılmak kendimizi avutmaktır. Yukarıda bahsettiğimiz Kur’ân ve iman hakikatleri etrafında halelenmemiz bizi ‘nahnü’ye sevk etmektedir. O yüzden Risale-i Nur dairesinde her meselede nefsî bakılan her iki taraf da hakikatte bizizdir. Nahnü hakikati bize bunu öğretir. Nahnü’ye çalışan herkesin bunu bilmesi elzemdir. Kusurunu ene vechi ile kabul eden ‘nahnü’ye geçiş yapmış olur. O yüzden kardeşimize söylenen her kelime ve duyulan her his aslında kendimize duyulmuş ve söylenmiştir.
Üstadımız kardeşler arası söylenen ve kullanılan cümlelerde tahakkümle değil lütufla demesindeki bir sır da buradadır. Çünkü kişi kendisine de lütufla yaklaşılmasını istemektedir.
Şimdi kendimize soralım: Dünyada ene vadilerinde at koşturan bu kadar çok kötü örnek varken bir de biz haklı dahi olsak bu ene kervanına niye katılalım?
Başlığa bakıp da ene’yi haklı olarak istimal edeceğiz diye ümitlenmeyelim. Bu hakikat dairesinde isek ‘ene’yi kardeşlerimiz mabeyninde hiçbir şekilde kullanmaya iznimiz yoktur. Ene sadece kulluk yönüyle kullanılır.
Kesin ve net çizgimiz budur: Biz muhabbet fedaileriyiz, husûmete vaktimiz yoktur.
Selâm, duâ ve muhabbet ile…
Dipnot:
1- Mektubat, Yirmi Dokuzuncu Mektub, Beşinci Desise-i Şeytaniye.