Yazar, yazısının kendisinin olduğunu düşünür. İsteyince yazar, istemeyince yazmayacağını zanneder. Oysa hiç de öyle değil. Yazının yazara, okura birer emanet, birer ikram olduğu; yazmak isteyip, yazmak için her şey de müsait olduğu hâlde yazamayınca anlaşılıyor. Bir yazar için, konular zihninde uçuştuğu hâlde yazamamak, ne kadar acı verici bir şey. Doğum sancısındaki kadının rahatlayamaması, bebeğin dünyaya gelememesi gibi bir şey bu.
“Tamam, artık başlıyorum” diyorsun, ama olmuyor. İzin yok soyut dünyayı kelimelere dökmeye, anlam oluşturmaya. Zihinde gezen muhteşem manalar, satır kalıbına gelmiyor. İçinde yaşıyor, hissediyorsun, seni bütün varlığı ile kavramış ama sen ona dokunamıyorsun, “benimsin” diyemiyorsun.
İlhamın da nefes gibi bir ikram olduğunu hakkalyakîn yaşıyorsun.
Bir başka gün, “tamam geldi” diyor, hevesle oturup onun, senin olması için birkaç cümle yazıp, peşinden koşuyorsun hevesle. Sonra ‘…’ olmadı deyip, beğenmiyor, “bu değil” diyor, kapatıyorsun hüzünle sayfayı.
Kavuşamamak arzu ettiğin manaya böyle bir şey işte.
Okurlar, “Neden yazmıyorsun, bir şey mi var?” diyorlar, “Çok şey var diyorum yazmak için, ama ben de bekliyorum.” diyorum, şaşırıyorlar.
Belli ki, sebeplerin bir araya gelmesi yetmiyor yazmak için.
Doğunca, seni kendine mahkum edecek bir uğraş bu. Sınır taşları kelimeler olan yazarın yaşam alanı bir dünya, yazmak. Yazar; yazısını özlüyor, okurunu özlüyor, kelimelerle kurulan dünyasını özlüyor. Yazı, işte bu özlemlerin sonucu.
Şimdilerde içimde onlarca yazı, “Beni de kaleme al, beni de” diye kıpır kıpırlar. İkiz, üçüz doğacak gibi. Belli ki, yazmak büyük bir nimet. “Oku!” nasıl İlâhî bir emir ise, “yaz!” da en az onun kadar İlâhî bir ikram.
İsteyince ve istenince yazar; yazar. Aslında istediğin için yazıyor değilsin, istendiği için yazıyorsun. Belki de duan kabul olmuş… Hâsılı, kavuşmak güzel!