Sahnede sonbahar var. Belli ki konuşkan bir mevsim. Aynı zamanda fotojenik. İlkbahar kadar renkli.
Güneş, ay ve yıldızlarla gökyüzü; hayvanat, nebatatla, renklerle süslü yeryüzünün muhteşem İlâhî orkestrası içinde insanın âdeta zevk ettiği bir arena. Böyle bir muhteşemliğe ilgisiz kalamıyor insan. Tabiî ilgi de, bilgi ve marifet oranında gelişiyor. Marifetsiz muhabbet, muhabbetsiz lezzet-ruhanî olmuyor. İlim ile tefekkür, Allah’a yakınlaştıran bir amel olunca imana, ibadete dönüşüyor. Yoksa çiçeği sadece çiçek olarak sevmek; o deseni, o rengi, o ahengi, o ölçüyü yüksek bir ilimle, sonsuz bir kudretle, irade ile “Veren”i düşünmemek, tefekkür olmaz. Böyle bir bakış insanı zenginleştirmez, ruha nefes aldırmaz, huzur vermez. Sanatına hayran kaldığınız bir eserin sanatkârı sorulmaz mı? Her sanat eseri, sanatkârına bir delil değil midir?
Daha çok okuyan varlıktaki sanata daha çok duyarlı oluyor. Hayranlığı artıyor. Tefekkür denen şey ilim oranında lezzet veriyor. İlmi olmayanın merakı da, zevki de olmaz. Bu muhteşem kâinat kitabındaki esma tecellilerini tefekkür etmek için mevsim be mevsim turlar düzenlenir. Sonbaharın renkli dünyasının ruhî lezzetini almak insana çok yönlü iyi gelir.
Yıllar önce Almanya’da bizzat şahit olduğum bir karede, kadın elinde kaliteli fotoğraf makinesi ile parktaki çiçeklerin önünde yere uzanmış, bir hayranlık hâli içerisinde çiçeğin fotoğrafını çekmeye çalışıyordu. Ben de onun fotoğrafını çekmiştim. Amacı ne olursa olsun, bu sanat-ı İlâhî karşısındaki hayranlık hâli dikkat çekici idi. Aslında yaptığı şey fıtratın dili idi. Ya da bakıyorsunuz adam kendinden geçercesine gökyüzüne, denize, bir manzaraya, bir böceğe odaklanmış izliyor. Elini dokunduğu ağaç onda bir heyecan uyandırıyor. Ağacın kabuğunu seviyor, dallarını, yapraklarını okşuyor. Sararmış, solmuş, yere dökülmüş yapraklardan birini eline alıp onunla âdeta konuşuyor. Aslında yapıyor olduğu şey, Yaratıcının isimlerinin tecellisini seyirden başka bir şey değil. Bediüzzaman Hazretleri, bitkilere kudret mu’cizesi, mektubat-ı Rabbaniye, hedaya-yı Rahmaniye diyor. Ehl-i iman olarak bu hediyeleri, mu’cizeleri, mektupları alıp lezzetlenirken, rızıklanırken ne kadar heyecan duyuyor ve tefekkür ediyoruz acaba? Maddî mahsulatın hesabını yaparken, manevî mahsulatı Sahib-i Hakikî’sine ne kadar gönderiyoruz? “Bir saat tefekkür bazen bir sene nafile ibadetten daha hayırlıdır.”1 buyuran bir Peygamberin (asm) ümmeti olarak, bu harika sermayeyi, mektupları, hediyeleri ne kadar değerlendiriyoruz? Aklın, kalbin, ruhun rızkı olacak tefekkür gezilerini, seyahatlerini ne kadar yapabiliyoruz ve ibret alabiliyoruz? Yirminci Mektup’ta, her asrın, her senenin, her mevsimin maddî mahsulatı gibi manevî mahsulatının da gayb âleminde kayıtlara geçtiği ifade ediliyor. Maddî mahsulat ile, topladığımız manevî mahsulat ne kadar örtüşüyordur sizce? Düşünmeye değer.
Dipnot:
1. Suyutî