Gençlerle vakıf merkezinde Pazar dersini dinliyoruz. Dersin konusu iman.
Ders okuyan arkadaşımız, gençlere iman deyince ne anlıyorsunuz diye sordu. Güven diyenler oldu, bağlanmak diyenler oldu veya ibadet, samimiyet, sığınmak gibi görüş paylaşanlar oldu. Dersi okuyan arkadaşımız da dersine çalışmış ve özellikle bazı noktalara dikkatleri toplamaya çalışıyor. Yirmi kişiyi bulan gençlerin konuya dahil olmasını amaçlıyor. Tam da zihinler konuyu kavramak noktasında yoğunlaşmışken, birden mahalleden geçen bir seyyar satıcının hoparlörden farklı bir ses tonuyla; “Patateesss! Domates!” diye bağırması, önce ders yapan kişiyi etkiledi. Hazırlıksız yakalanan arkadaşımızın birden dikkati dağıldı ve birkaç saniye de olsa bu sesin etkisinin azalmasını bekledi. Ama duracak gibi değil, adam patatesi, domatesi satacak bugün belli. Demek ihtiyaç da şedit. Ama bu durumu zaten ses tonunda anlıyorsunuz. Adam bu satışı yapmakta kararlı. Düşünün ki, ses sokaktan çıktı bizim ikinci kattaki dersin içine bile girdi.
Neyse, “sattı satmadı”dan öte, bizim ders sabote oldu. Gençlerin de ister istemez zihinleri satıcıya gitti geldi, hatta bir kısmının ki gelemedi, orada kaldı veya daha ötelere gitti.
Arkadaşımız derse döndü, yeniden toparlamaya çalıştı, yani konunun özetini, örnekleri vererek ciddi bir efor sarf etti denilebilir. Döndük, devam ediyoruz iman konusunu okumaya ve anlamaya. Bu sefer, biz konunun zihinlerden gittiğini düşünüyorduk. Doğrusu satıcı da uzaklaştı. Ara ara ta uzaktan sesi düşük tonda geliyor ve bizi o kadar da rahatsız etmiyordu.
İmanı bir bütün olarak, altı esasıyla birlikte kabul etmek ve korumak ve yaşamak konusu ele alınırken bir kardeş söz hakkı istedi ve örneği az önceki satıcıdan verdi. Sonra baktık ki, o ilk seslenme olan ‘patateess, domateess’ kaybolmamış, zihin kayıtlarına geçmiş. Gencimiz, “Hocam, imanı kazanma ve muhafaza etme örneğini, dersimizin başındaki satıcıdan vermek istiyorum. Adamı tanımıyoruz, bilmiyoruz, karşılaşmadık, ama o da bizi tanımadan, bilmeden, etkili bir ses tonuyla gündemimize girmiş oldu. Ve şimdi bakın onu ben örnek veriyorum. Diyorum ki, acaba biz de imanın hakikatlerini nasıl bir yöntem bulalım ki, tanımadığımız, bilmediğimiz insanlara, apartman katlarına, kıtalara ulaştırabilelim. Ve bunu öyle yapalım ki, bu adamın yaptığı gibi olmasın, geçtiğimiz yerlerde kimse de bizden rahatsız olmasın, memnun olsun. Bu nasıl olabilir, birlikte düşünelim bu konuyu.” dedi.
Evet, gencin sorusu yerinde idi. Madem ki imanının hakikatlerini yaşayıp, neşredeceğiz, bunu insanlara ulaştırmanın bir yolunu, yöntemini bulmalıyız. Dersi yapan arkadaşımız da, “Kardeşler, doğrusu böyle bir yöntem var. O da Kur’ân hakikatleri olan Risale-i Nur derslerinden aldığımız nasihatleri davranışlarımızla, hâlimizle yaşamaktır. Yürüyen bir Risale-i Nur olmaktır. Bediüzzaman, ‘Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler. Belki, küre-i arzın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyete dehalet edecekler.’ diye buna dikkat çekiyor” dedi.
Tabiî bir derdi olmalı insanın. Patates satıcısının bir derdi vardı, o gün ihtiyaç miktarınca patates satması gerekiyordu, bu gerek ses tonundan, tekrarından anlaşılıyordu.
Bizim de derdimiz Risale-i Nurlar olur-sa, Allah o amele tesiratını verecektir.
Demek bir şeyi dert edinmek önemli.
Adam, buz satıcısı imiş ya, güneş de an be an yükseliyormuş, tabiî buz da eriyor. Adam, “Güneş yükselirken, sermayesi sadece buz olan bu adama kulak verir misiniz?” diyormuş. Asır, kıyamet asrı, imanın kazanılması, korunması ve yaşanması da, elde kor ateş tutmak gibi zor.
Sermayesi olan imanı her an kaybetme tehlikesi olan bir insan için, iman hizmeti en az bu patates ve buz satıcısı kadar önemli değil mi?