mezkûr üç cemaatin, yani mecmu-i kâinattan tâ bir ce-
setteki zerrelerin cemaatinden her bir taifenin, her bir fer-
din fiilî ve hâlî istianeleri ve duaları var. Ve onların mu-
avenetlerine koşan ve dualarına kabul ile cevap veren bir
şefkatli Müdebbir’e, şüphesiz şahadet eder. Meselâ, Yir-
mi üçüncü sözün dediği gibi, zemindeki umum mahlû-
katın üç nevi duaları pek harika ve ümidin haricinde ka-
bul olması, bir rabb-i rahîm ve Mucîb’e kat’î şahadet
eder.
evet, tohumlar ve çekirdekler, istidat lisanıyla, her biri
birer ağaç ve birer
sümbüle
olmayı Hâlık’ından isteyip du-
aları gözümüz önünde kabul olması gibi, bütün hayvana-
tın ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla elleri yetişmediği yerlerden rızık-
larını ve hayatlarına lüzumu bulunan ve iktidarlarının ha-
ricindeki matlûplarını birisinden isteyip o fıtrî ihtiyaç di-
liyle ettikleri bütün dualarını gözümüz önünde kabul eden
ve imdatlarına acip ve şuursuz mahlûkatı vakti vaktine
hikmetle koşturan bir Hâlık-ı kerîm’e zahir şahadet eder.
İşte bu iki kısma kıyasen, lisan-ı kàl ile edilen. duaların
bütün nevileri, hususan enbiyaların (aleyhimüsselâm) ve
havasların harika bir surette makbuliyeti,
(1)
o
Ú/
©n
à°r
ùn
f n
?És
jp
G
’deki hüccet-i vahdaniyete şahadet eder.
alTıNCı KElİME:
(2)
n
º«/
?n
à°r
ùo
Ÿr
G n
•Gn
ô°u
üdG Én
fp
ór
gp
G
’dir. Bunda-
ki hüccete gayet kısa bir işaret şudur:
acip:
tuhaf, hayrette bırakan.
aleyhimüsselâm:
Allah’ın selâmı
onların üzerine olsun.
cemaat:
bir imama uyup namaz
kılan Müslümanlar topluluğu.
ceset:
vücut, beden.
dua:
Allah’a yalvarma, niyaz.
enbiya:
nebîler, peygamberler.
fıtrî:
tabiî, yaratılıştaki, doğuştan
olan.
fiilî:
fiille ilgili, gerçekten yapılan
iş.
gayet:
son derece.
Hâlık:
yoktan yaratan, her şeyi
yoktan var eden, yaratıcı; Allah.
Hâlık-ı Kerîm:
her şeyi bol ikram
ile yaratan, cömert ve ihsanı bol
olan yaratıcı, Allah.
hâlî:
hâl ve vaziyet ile ilgili.
hariç:
bir şeyin dışı, dışarısı, dışta
kalan.
harika:
olağanüstü.
havas:
bilgi ve yaşayışça üstün
olanlar, önde gelenler.
hayvanat:
hayvanlar.
hikmet:
İlâhî gaye, yüksek bilgi,
fayda.
hususan:
bilhassa, özellikle.
hüccet:
delil.
hüccet-i vahdaniyet:
Allah’ın tek
ve benzersiz olup, kusur ve nok-
sanlardan uzak olmasının hücce-
ti, delili.
ihtiyac-ı fıtrî:
yaratılışın gereği
olan ihtiyaç.
iktidar:
güç, idareyi elinde bulun-
durma.
imdat:
yardım.
istiane:
yardım isteme, yardım di-
leme.
istidat:
kabiliyet, yetenek.
kat’î:
kesin, şüpheye ve tereddü-
de mahal bırakmayan.
kıyasen:
kıyas yoluyla, kıyas ede-
rek.
lisan:
dil.
lisan-ı kàl:
söz ile anlatılan mana,
konuşma dili.
mahlûkat:
yaratılmışlar, yaratık-
lar, Allah tarafından yaratılanlar.
makbuliyet:
makbullük, beğenil-
mişlik, geçerlilik.
matlûp:
talep edilen, istenilen şey.
mecmu-ı kâinat:
kâinatın bütü-
nü.
meselâ:
örneğin.
mezkûr:
zikredilen, adı geçen,
anılan.
muavenet:
yardım.
Mucip:
isteyeni istediğine ka-
vuşturan, yarattıklarının dilek-
lerine cevap veren, Allah.
Müdebbir:
tedbir alan, her işi
önceden düşünüp ona göre
ayarlayan, plânla idare eden
Allah.
nevi:
çeşit, tür.
rabb-i rahîm:
şefkat ve mer-
hamet sahibi olan Cenab-ı Hak.
rızık:
Allah tarafından her canlı
için ayrılmış ve takdir edilmiş
olan nimet, yiyecek içecek ve
giyecek ile ilgili şeyler.
suret:
biçim, şekil, tarz.
sümbüle:
başak.
şahadet:
şahit olma, şahitlik,
tanıklık.
şefkat:
karşılıksız sevgi besle-
me, içten ve karşılıksız mer-
hamet.
şuursuz:
idraksiz, bilgisiz.
taife:
takım, güruh.
umum:
bütün.
zahir:
açık, aşikâr.
zemin:
yeryüzü.
zerre:
en küçük parça, mole-
kül, atom.
1.
Ancak Senden yardım dileriz. (Fatiha Suresi: 5.)
2.
Bizi doğru yola ilet. (Fatiha Suresi: 6.)
o
n
B
eŞinci
Ş
ua
| 970 | Şualar