şefaatçi yapar. Hem, “Bu kadar azîm bir cemaatin yolu,
davası yanlış olamaz ve duası reddedilmez; şeytanî vesve-
seleri tart eder” diye düşünürken ve namazda cemaatin
büyük menfaatlerini bilmüşahede tasdik ederken, bir per-
de daha açıldı.
gördüm ki, kâinat bir cami-i ekber ve bütün mahlûkat
taifeleri bir salât-ı kübrada, cemaatle, her biri kendine
mahsus bir ibadetle ve hâl diliyle bir nevi namaz kılıyor-
lar gibi, Ma’bud-i zülcelâl’in muhit rububiyetine karşı çok
geniş bir ubudiyetle mukabele için her biri umumun şa-
hadetlerini ve tevhidlerini tasdik eder ki, aynı neticeyi is-
pat tarzında vaziyet alıyorlar diye müşahede ederken, bir-
den bir perde daha açıldı.
gördüm ki, nasıl bir insan-ı ekber olan kâinat, lisan-ı
hâl ve çok eczaları istidat ve ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla ve zîşu-
ur mevcudatları lisan-ı kàl ile
(1)
o
Ú`/
©n
à°r
ùn
f n
?És
jp
Gn
h o
óo
Ñ`r
©n
f n
?És
jp
G
di-
yorlar ve Hâlık’ının merhametkârâne rububiyetine karşı
ubudiyetlerini gösteriyorlar; aynen öyle de, birer küçücük
kâinat hükmünde o cemaat-i uzmada her bir arkadaşımın
cesedi gibi benim cesedimdeki zerreler ve kuvveler ve
duygularım dahi Hâlıkının rububiyetine karşı itaat ve ih-
tiyaçlarının lisan-ı hâliyle
o
Ú`/
©n
à°r
ùn
f n
?És
jp
Gn
h o
óo
Ñ`r
©n
f n
?És
jp
G
diyerek
emir ve irade-i İlâhiyeye göre hareket ettiklerini ve her
anda Hâlık’larının inayetine ve rahmetine ve yardımına
muhtaç olduklarını gösteriyorlar gördüm. Hem namazda-
ki cemaatin kudsî sırrını, hem
nun
’un güzel mu’cizesini
azîm:
büyük.
bilmüşahede:
görerek, bizzat şa-
hit olarak.
cami-i ekber:
en büyük cami.
cemaat:
bir imama uyup namaz
kılan Müslümanlar topluluğu.
cemaat-i uzma:
çok büyük ce-
maat, en büyük topluluk.
ceset:
vücut, beden.
dava:
takip edilen fikir, iddia.
dua:
Allah’a yalvarma, niyaz.
ecza:
cüzler, parçalar, kısımlar.
emir:
iş, kanun.
emr-i İlâhî:
İlâhî iş; Allah’ın emri.
hâl:
bir şeyin duruşu, görünüşü
ve içinde bulunan durum ve şart-
ların tümü.
Hâlık:
yoktan yaratan, her şeyi
yoktan var eden, yaratıcı; Allah.
hükmünde:
değerinde, yerinde.
ihtiyac-ı fıtrî:
yaratılışın gereği
olan ihtiyaç.
inayet:
yardım, ihsan, lütuf.
insan-ı ekber:
büyük ve en mak-
bul olan insan, kâinat.
irade-i İlâhiye:
Allah’ın iradesi, Ce-
nab-ı Hakkın dilediğini yapabilme
gücü, kudreti.
istidat:
kabiliyet, yetenek.
itaat:
boyun eğme, uyma, alınan
emre göre hareket etme.
kudsî:
mukaddes, yüce.
kuvve:
gerçekleşmemiş, fakat ger-
çekleşme imkânı ve ihtimali olan
potansiyel.
lisan:
dil.
lisan-ı hâl:
hâl dili, bir şeyin duru-
şu ve görünüşü ile bir mana ifade
etmesi.
lisan-ı kàl:
söz ile anlatılan mana,
konuşma dili.
Ma’bud-i Zülcelâl:
azamet, bü-
yüklük sahibi olan Allah.
mahlûkat:
yaratılmışlar, yaratık-
lar, Allah tarafından yaratılanlar.
mahsus:
bir şeye veya kişiye has
olan.
menfaat:
fayda.
merhamet:
acımak, şefkat gös-
termek, korumak, esirgemek.
merhametkârâne:
acıyarak, mer-
hamet göstererek.
mevcudat:
mevcutlar, var olan
her şey, mahlûklar.
mu’cize:
benzerini yapmaktan in-
sanların âciz kaldığı şey.
muhit:
ihata eden, kuşatıcı.
mukabele:
karşılık verme, karşı-
lama.
müşahede:
bir şeyi gözle görme,
seyretme.
nevi:
çeşit, tür.
nun:
Arap alfabesinin 25. harfidir.
Arap dilinde fiillerin başına getiri-
lerek fiili çoğul (biz...) yapar.
rububiyet:
Cenab-ı Hakkın her
zaman, her yerde, her mahlû-
ka muhtaç olduğu şeyleri ver-
mesi, onu terbiye etmesi ve
idaresi altında bulundurma
vasfı.
salât-ı kübra:
en büyük na-
maz.
sır:
gizli hakikat.
şahadet:
şahit olma, şahitlik,
tanıklık.
şefaat:
birinden başkasının ku-
surlarının veya suçunun ba-
ğışlanmasını dileme.
şeytanî:
şeytana ait, şeytana
has, şeytanla ilgili.
taife:
takım, güruh.
tard:
kovma, çıkarma, uzak-
laştırma, sürme.
tarz:
biçim, şekil, suret.
tasdik:
bir şeyin veya kimse-
nin doğruluğuna kesin olarak
hükmetme.
tevhid:
Allah’ın bir olduğuna
inanma, birleme.
ubudiyet:
kulluk.
umum:
bütün, herkes.
vaziyet:
durum.
vesvese:
şüphe, kuruntu, kal-
be gelen asılsız kötü ve sinsi
düşünce.
zerre:
en küçük parça, mole-
kül, atom.
zîşuur:
şuurlu, şuur sahibi.
1.
Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım dileriz. (Fatiha Suresi: 5.)
o
n
B
eŞinci
Ş
ua
| 968 | Şualar