fiillerinden, hâllerinden çıkan İslâmiyet, her zamanda üç
yüz elli milyon insanın ruhlarına, nefislerine, akıllarına ter-
biyekârâne ders vermesi ve manevî terakkiyata sevk et-
mesi, emsalsiz bir hâlettir.
Hem, öyle bir şeriatla meydana gelmiş ki, âdilâne ka-
nunlarıyla nev-i beşerin beşten birisini on dört asırda mad-
dî ve manevî terakki içinde idare etmesi misilsiz bir hâlet
olduğu gibi, o zat
(
AsM
)
öyle bir iman ve itikatla meydana
çıktı ki, bütün ehl-i hakikat, her zaman onun mertebe-i
imanından feyiz almalarıyla beraber en yüksek ve en kuv-
vetli bir derecededir diye müttefikan tasdikleri ve o za-
manda hadsiz muarızlarının ona muhalefeti zerre kadar
bir telâş, bir vesvese, bir şüphe vermemesi gösteriyor ki,
kuvvet-i imaniyede dahi onun emsali yok ve o küllî yük-
sek imanı misilsizdir.
Hem, öyle bir ubudiyet ve ibadet gösterdi ki, iptida ve
intihayı birleştirip hiç kimseyi taklit etmeyerek, ibadetin
en ince esrarını görüp müraat ederek en dağdağalı za-
manlarda dahi tam tamına ubudiyeti yapması emsalsiz bir
hâlet olması gibi, Hâlık’ına karşı öyle daavat ve münacat
ve ricalar yapmış ki, bu zamana kadar telâhuk-ı efkârla
beraber o mertebeye yetişilmemiş. Meselâ,
Cevşenü’l-Ke-
bir
münacatında bin bir esma-i İlâhiyeyi şefaatçi ederek
Hâlık’ını öyle bir tarzda tavsif ve tarif eder ki, emsali yok.
Ve marifetullahta kimse ona yetişememesi, misilsiz bir
hâlettir.
Hem, öyle bir metanetle insanları dine davet ve öyle
bir cür’etle risaletini tebliğ etmiş ki, kavmi ve amcası ve
âdilâne:
adaletli olana yakışır bir
surette, doğrulukla, âdilcesine.
asr:
yüzyıl.
Cevşenü’l-Kebir:
büyük zırh an-
lamındaki Hz. Muhammed (a.s.m)
Efendimize vahiyle gelen, Esma-i
Hüsnayı içine alan emsalsiz bir
münacat ve benzersiz bir dua.
cür’et:
cesaret etme, yüreklilik,
yiğitlik.
daavat:
dua, dualar.
dağdağa:
gürültü, beyhude telâş
ve ıztırap.
ehl-i hakikat:
hakikati arzulayan-
lar, gerçeği bulup onun peşinden
gidenler; Allah adamı.
emsal:
örnekler, benzerler.
emsalsiz:
benzersiz.
esma-i İlâhiye:
Allah’ın isimleri.
esrar:
sırlar, gizli hakikatler.
feyiz:
bolluk, bereket, ihsan, ba-
ğış.
fiil:
iş, hareket.
hadsiz:
sınırsız, sonsuz.
hâlet:
hâl, durum.
Hâlık:
yoktan yaratan, her şeyi
yoktan var eden, yaratıcı; Allah.
idare:
bir işi yürütme, çekip çevir-
me.
iman:
inanç, itikat.
intiha:
nihayet bulma, sona er-
me.
iptida:
baş, başlangıç.
itikat:
kesin inanma, iman.
kanun:
yasa.
kavim:
millet; aralarında dil, âdet,
örf, kültür birliği olan insan toplu-
luğu.
kuvvet-i imaniye:
iman kuvveti.
küllî:
umumî, genel, bütün olan.
maddî:
madde ile alâkalı, cisma-
nî.
manevî:
manaya ait, maddî ol-
mayan.
marifetullah:
Allah’ı tanıma, an-
lama, bilme.
mertebe:
derece.
mertebe-i iman:
iman derecesi,
mertebesi.
meselâ:
örneğin.
metanet:
metin olma, dayanıklı-
lık, sağlamlık.
misil:
benzer, eş.
muarız:
muhalefet eden, karşı çı-
kan, muhalif.
muhalefet:
birinin düşüncesine
zıt düşüncede bulunma, karşı koy-
ma, bir düşünce, fiil veya hareke-
te karşı durma.
münacat:
Allah’a dua etme, yal-
varma, Onun manevî huzurunda
tazarru ve niyazda bulunma.
müraat:
gözetme, riayet etme.
müttefikan:
ittifak ederek, hep
beraber, birlikte.
nefis:
kötü vasıfları kendisin-
de toplayan, hayırlı işlerden
alıkoyan güç.
nev-i beşer:
insanoğlu, insan-
lar.
risalet:
elçilik, resullük, pey-
gamber olarak gönderilme.
ruh:
dirilik kaynağı, hayatın
temeli ve sebebi olan manevî
varlık.
sevk:
yöneltme, gönderme.
şefaat:
birinden başkasının ku-
surlarının veya suçunun ba-
ğışlanmasını dileme.
şeriat:
Allah tarafından pey-
gamber vasıtasıyla bildirilen,
İlâhî emir ve yasaklara daya-
nan hükümlerin hepsi.
tarif:
bir şeyi bütün vasıflarını
içine alacak şekilde anlatma.
tarz:
biçim, şekil, suret.
tasdik:
bir şeyin veya kimse-
nin doğruluğuna kesin olarak
hükmetme.
tavsif:
vasıflandırma, mahiye-
tini ortaya koyma, niteleme.
tebliğ:
dinî bir emrin yaratıl-
mışlara duyurulması; peygam-
berlerin Allah’ın emrini kulla-
ra bildirmeleri ve hakka da-
vet etmeleri.
telâhuk-ı efkâr:
fikirlerin bir-
biri peşine gelip birleşmesi,
katılaşması, birbirine eklen-
mesi.
terakki:
yükselme, ilerleme.
terakkiyat:
ilerlemeler, geliş-
meler, yükselişler.
ubudiyet:
kulluk.
vesvese:
şüphe, kuruntu, kal-
be gelen asılsız kötü ve sinsi
düşünce.
zerre:
pek ufak parça, en kü-
çük parça.
o
n
B
eŞinci
Ş
ua
| 980 | Şualar