iken kaçmaları; ve aynı avuçta küçük taşlar, insanlar gibi
tesbih edip
(1)
*G n
¿
Én
ër
Ñ°o
S
demeleri gibi nakl-i sahihle ve
bir kısmı tevatürle tarihlerde kat’iyen vukua gelen yüzer
ve ehl-i tahkikin yanında bine kadar mu’cizat, elinde zu-
huru; ve dost ve düşmanların ittifakıyla, onda güzel has-
letlerin ve ahlâk-ı hasenenin en yüksek derecesinde
(Haşİ-
Ye)
bulunması; ve arkasında tebaiyetle sülûk edip kemalâ-
ta erişen ve hakikate aynelyakin yetişen bütün ehl-i tah-
kik, ittifakla kemalât-ı Muhammediye
(
AsM
)
en yüksek de-
recede bulunduğuna hakkalyakin tasdikleri; ve onun di-
ninden gelen âlem-i İslâm’ın füyuzatı ve koca İslâmiyet’in
hakikatleri onun harika kemalâtına delâlet eder. elbette
o zat
(
AsM
)
, bizzat kendi risaletine gayet parlak ve küllî,
geniş şahadet eder demektir.
p
ek Çok kUVVetlİ ŞAHAdetlerİ İHtİVA eden
Dördüncü Şahadet:
@ /
¬p
æ«p
gGn
ôn
Hn
h /
¬p
?p
F B Én
?n
M r
øp
e t
ón
ëo
j n
’ Én
ªp
H p
¿'
G r
ôo
?r
dG p
In
OÉn
¡n
°ûp
Hn
h
Yani, “
Kur’ân-ı Mu’cizülbeyan, hadsiz hakikatler ve
hüccetleriyle risaletine, sadıkıyetine şahadet eder
.”
evet, kırk vecihle mu’cize olduğu
Zülfikar
mecmuasın-
da ispat edilen; ve on dört asrı nurlandıran; ve nev-i be-
şerin beşten birisini tebeddül etmeyen kanunlarıyla idare
Şualar | 983 |
o
n
B
eŞinci
Ş
ua
kat’iyen:
kat’î olarak, kesin ola-
rak, kesinlikle.
kemalât:
faziletler, kemaller, ol-
gunluklar, mükemmellikler.
kemalât-ı Muhammediye:
Hz. Mu-
hammed’e ait mükemmellikler.
Kur’ân-ı Mu’cizülbeyan:
açıkla-
malarıyla akılları benzerini yap-
maktan âciz bırakan Kur’ân-ı Ke-
rîm.
küllî:
umumî, genel, bütün olan.
mecmua:
toplanıp, biriktirilmiş,
düzenlenmiş şeylerin hepsi.
mu’cizat:
mu’cizeler, Allah tara-
fından verilip, yalnız peygamber-
lerin gösterebilecekleri büyük ha-
rika işler.
mu’cize:
benzerini yapmaktan in-
sanların âciz kaldığı şey.
nakl-i sahih:
şüphe duyulmayan,
doğru, gerçek haber bildirilmesi.
nev-i beşer:
insanoğlu, insanlar.
nurlandırmak:
ışıklandırmak, ay-
dınlatmak.
risalet:
elçilik, resullük, peygam-
ber olarak gönderilme.
sadıkıyet:
sadıklık, doğruluk, sa-
dâkat.
sübhanallah:
Allah her türlü ek-
siklikten uzak ve bütün üstün sı-
fatlara sahiptir demek, tesbih et-
mek.
sülûk:
bir yola girme, bir yol tut-
ma.
şahadet:
şahit olma, şahitlik, ta-
nıklık.
tasdik:
bir şeyin veya kimsenin
doğruluğuna kesin olarak hük-
metme.
tebaiyet:
tâbîlik, tâbi olma, uy-
ma.
tebeddül:
başkalaşma, değişme.
tesbih:
Allah’ı bütün kusur ve nok-
san sıfatlardan uzak tutma, Ce-
nab-ı Hakkı şanına lâyık ifadelerle
anma.
tevatür:
bir hadis-i şerifin, yalan
söylemelerini aklın kabulleneme-
yeceği kadar sayı ve sağlamlıkta-
ki bir topluluk tarafından aktarıl-
ması, rivayet edilmesi.
vecih:
cihet, yön.
vuku:
olma, gerçekleşme, mey-
dana gelme.
zat:
kişi, şahıs.
zuhur:
görünme, belli olma, orta-
ya çıkma.
ahlâk-ı hasene:
güzel ahlâk,
güzel huy.
âlem-i İslâm:
İslâm âlemi, İs-
lâm dünyası.
asr:
yüzyıl.
aynelyakin:
gözle görür de-
recede inanma; bir şeyi göre-
rek ve seyrederek bilme.
bizzat:
kendisi, şahsen.
delâlet:
delil olma, gösterme.
ehl-i tahkik:
gerçeği araştı-
ranlar, gerçeğin peşinden gi-
denler.
füyuzat:
feyizler, manevî bol-
luk ve bereketler, inayetler.
gayet:
son derece.
hadsiz:
sınırsız, sonsuz.
hakikat:
gerçek, esas.
hakkalyakin:
marifet merte-
besinin en yükseği; bir şeyi
yaşayarak, içine girerek, doğ-
ruluğundan şüpheye asla yer
bırakmayacak biçimde kesin
olarak bilme.
harika:
olağanüstü.
haslet:
güzel huy, iyi özellik.
haşiye:
dipnot.
hüccet:
delil.
idare:
bir işi yürütme, çekip
çevirme.
ihtiva:
içine alma, kapsama.
ispat:
doğruyu delillerle gös-
terme.
ittifak:
birleşme, fikir birliği
etme.
kanun:
yasa.
1.
Allah her türlü kusur ve noksandan münezzehtir.
HaşİYe:
Hatta şecaat kahramanı Hazret-i Ali (radıyallâhü anh) diyor:
“Harpte biz korktuğumuz zaman peygamberin (asm) arkasına saklanır,
tahassun ederdik.” Şecaat gibi, her haslette faik olduğunu, o zaman
düşmanları dahi tasdik ettiklerini tarihler naklediyorlar.