CEYLaN’INMÜdafaaSIdIr
Afyon Ağır Ceza Mahkemesine!
Makam-ı iddianın habbeyi kubbe yaparak, iftiharla ka-
bul ettiğim üstadıma ve risale-i nur’a hizmetimle, beni
büyük bir diplomat ve entrikacı bir adam tarzında göste-
rip nurlara gelen mevhum suçta bana büyük bir hisse ver-
mesine mukabil derim ki:
dinî ve imanî ve ahlâkî eserlerini okumakla, o uğurda
hayatımı tereddütsüz feda eder derecesinde istifade etti-
ğim üstadım Bediüzzaman’la yakından alâkadarım. Fa-
kat, bu alâka, makam-ı iddianın dediği gibi vatana ve mil-
lete mazarratlı ve halkı devlet aleyhine teşvik etmek de-
ğil, belki hiçbir beşerin kendisini kurtaramayacağı kabrin
idam-ı ebedîsinden kendimi ve benim gibi bu tehlikeli za-
manda imanını kurtarmaya, ahlâkını düzeltmeye ve vata-
na ve millete birer uzv-i nafi olmaya muhtaç olan din kar-
deşlerimin imanlarını kurtarmak yolundaki kopmaz ve
kopmayacak bir alâkadır.
kendisinin yakınlarındanım. dört sene kadar ara sıra
hizmetini müftehirâne yapmışım. Bu müddet zarfında
kendisinin serâpâ faziletinden başka hiçbir şeyine şahit
değilim. onun ağzından bir defa olsun, mehdîliğine ve
mücedditliğine dair bir kelime duymadım. tevazuun ke-
malinde olduğuna yüz binleri aşan nur nüshaları ve onla-
rı okumakla imanlarını kurtaran yüz binler halis nur Şa-
kirtleri şahittir.
ahlâkî:
ahlâkla ilgili, ahlâka ait.
alâka:
ilgi, ilişki. bağ.
alâkadar:
ilgili, ilişkili, münasebetli,
bağlı.
aleyh:
karşı, karşıt.
beşer:
insan, insanlık, âdemoğlu.
dair:
alâkalı, ilgili.
diplomat:
siyasette becerikli olan,
siyasetçi, siyasî.
entrika:
bir çıkar sağlamak veya
birine zarar vermek maksadıyla
hazırlanan düzen, hile.
fazilet:
değer, meziyet, iman ve
irfan itibarıyla olan yüksek derece.
feda:
uğruna verme, kurban olma.
habbe:
tane.
halis:
samimî, her amelini yalnız
Allah rızası için işleyen.
hisse:
pay, nasip.
idam-ı ebedî:
dirilmemek üzere
yok oluş, ahiret inancı olmadığı
için ölümü ebedî yokluğa gitmek
olarak görme.
iftihar:
gurur, övünme.
iman:
inanç, itikat.
imanî:
imana ait olan, imana dair
olan, imanla ilgili.
istifade:
faydalanma, yararlanma.
kabir:
mezar.
kemal:
olgunluk, mükemmel-
lik, kusursuz, tam ve eksiksiz
olma.
kubbe:
gökyüzü, sema.
makam-ı iddia:
mahkemede
bir hakkın sabit olduğunu
dava eden, savcı.
mazarrat:
zararlar, ziyanlar,
zarar vermeler.
mehdî:
bazı hadislere göre kı-
yamet yaklaşınca zulmü ve
şirki ortadan kaldırarak ina-
nanlara saadet ve adaleti ge-
tirecek Ehl-i Beytin neslinden
gelen imam.
mevhum:
hakikatte olmayan,
vehim ve hayal ürünü olan.
mukabil:
karşılık.
müceddit:
hadis-i şerifle, her
asır başında geleceği müjde-
lenen dinin yüksek hizmet-
kârı; dine yeni bir tarzla yak-
laşan, asrın şartlarına göre ve
ortaya atılan yeni şüphe ve ta-
arruzlara karşı dini yorumlayıp
kuvvetlendiren büyük âlim.
müdafaa:
savunma.
müddet:
süre, zaman.
müftehirâne:
iftiharla, iftihar
ederek, övünerek, gururlu bir
şekilde.
nüsha:
birbirinin aynı olan su-
retlerin her biri.
serâpâ:
baştan ayağa kadar,
önden sona, tamamıyla, bü-
tünüyle, bütün, hep.
şakirt:
talebe, öğrenci.
tarz:
biçim, şekil.
tevazu:
alçak gönüllülük, bir
kimsenin başkalarını kendin-
den küçük görmemesi.
uzv-i nafi:
faydalı uzuv, organ.
zarfında:
süresince.
o
n
d
ördÜncÜ
Ş
ua
| 894 | Şualar