ahMEdfEYZi’NiNMÜdafaaSIdIr
Afyon Ağır Ceza Mahkemesine!
Sayın Hâkimler!
Bir din âlimi ile görüşmek, onun din hakikatlerine ait
kitaplarını okumak ve yazmak ve arkadaşlarının imdadı-
na koşmak üzere dinine ve kur’ân’ına ve peygamberine
(
AsM
) hizmet etmek, bir mü’minin vazifesi ve hakkı değil
midir? Bizi bu hizmet-i diniyeden meneden bir kanun
maddesi var mıdır? Bazı cihetlerin zamanımızdaki küfrî
ve gayr-i ahlâkî cereyanları tenkit etmesi bir suç mu teş-
kil ediyor?
Biz, ne siyasetle, ne idare ile asla alâkası olmayan, yal-
nız dindar, saf halk kitlesiyiz. Bir insana hüsnüzan etmek
ve kıymet vermek, herkesin şahsî bir kanaatidir. Biz, Be-
diüzzaman’ı zamanımızın en yüksek din âlimi biliyoruz,
din hakikatlerini asla dalkavukluk yapmadan beyan ve ifa-
de eden bir hakikat adamı biliyoruz. Mücahit adını ver-
mekliğimiz, memleketimizi tehdit eden ahlâksızlık ve
imansızlık cereyanlarına karşı kur’ân’ın sarsılmaz haki-
katlerine dayanarak giriştiği müdafaa ve hizmet-i diniye-
sinden dolayıdır.
din ve vicdan hürriyetinin hükümran olduğu bir mem-
lekette, vicdanî kanaatlerimizden mes’ul olamayız. Bun-
dan dolayı da kimseye hesap vermeye mecbur değiliz.
alâka:
ilgi, ilişki. bağ.
âlim:
ilim ile uğraşan, ilim adamı.
beyan etmek:
açıklamak, bildir-
mek, izah etmek.
cereyan:
akım, fikir, sanat veya
siyaset hareketi.
cihet:
yön.
dalkavuk:
kendisine çıkar ve ya-
rar sağlayacak olan kimselere aşırı
saygı ve hayranlık göstererek ya-
ranmak isteyen kimse.
dindar:
dinî kaidelere hakkıyla ria-
yet eden, dininin emirlerini yerine
getiren, mütedeyyin.
dindaş:
aynı dinden olan, din kar-
deşi.
gayr-i ahlâkî:
ahlâk dışı.
hakikat:
gerçek, esas.
hakikat:
gerçek.
hizmet-i diniye:
dinî hizmet.
hükümran:
hâkim, hükümdar. hü-
küm ve saltanat süren. hüküm-
ferma.
hüsnüzan:
bir kimsenin veya
bir hadisenin iyiliği hakkındaki
vicdanî ve iyi kanaat.
idare:
memleket işlerinin yü-
rütülmesi, çekip çevirilmesi.
iman:
inanç, itikat.
imdat:
yardım.
kanaat:
inanma, görüş, fikir.
kanun:
yasa.
küfrî:
küfürle ilgili, Allah’ı in-
kârla alâkalı.
kıymet:
değer.
mecbur:
zorunlu olma, zo-
runda kalma.
men:
yasak etme, engelleme,
mâni olma.
mes’ul:
yaptığı işlerden hesap
vermeye mecbur olan, so-
rumlu.
mücahit:
cihat eden, din uğ-
runa din düşmanlarıyla, Allah
rızası için ve Allah’ın adını yü-
celtmek gayesiyle savaşan.
müdafaa:
savunma.
mü’min:
iman eden, inanan.
peygamber:
Allah tarafından
haber getirerek İlâhî emir ve
yasakları insanlara tebliğ eden
elçi, nebi.
saf:
hâlis, temiz kalpli, hilekâr
olmayan.
şahsî:
şahsa, kişiye ait, hususî.
tehdit:
tehlike.
tenkît:
eleştirme.
teşkil:
oluşturma, şekillen-
dirme.
vazife:
görev.
vicdan:
insanın içindeki iyiyi
kötüden ayırabilen ve iyilik et-
mekten lezzet duyan ve kö-
tülükten elem alan manevî bir
his.
vicdanî:
vicdanla ilgili, vicdana
ait, iç duygu ile ilgili, kalbî his
ile ilgili.
o
n
d
ördÜncÜ
Ş
ua
| 888 | Şualar