Şualar - page 883

fânî endişelerin fevkinde yüksek hakperestliğinizle risa-
le-i nur’un o hakkanî ve kur’ânî çehresini ve hakikî kıy-
metini takdirle görüp anlayacaksınız. Ve risale-i nur’un
talebelerinin de Cenab-ı Hakkın rızasından başka bir
maksat peşinde koşmadıklarını göreceksiniz.
Sayın Yargıtay hâkimleri!
en yüksek ahlâk ve faziletiyle ve en yüce şefkat ve mer-
hametiyle insanları koyu fikir karanlığından ve daimî
haps-i ebedîden kurtarmaya çalışan ve en şiddetli sıkıntı
ve işkencelere göğüs gererek Cenab-ı Hak tarafından tav-
zif edildiği hakaik-ı kur’âniyeyi neşretmek kudsî vazifesiy-
le zamanın en yüce mertebe-i kemaline erişen aziz ve âlî
üstadımız Bediüzzaman Hazretleri bütün bütün hak ve
adalete aykırı olarak zindanlara atılıyor. pek ihtiyar ve
hasta ve kimsesiz, en yüksek iman ve ubudiyetle ve hari-
ka zekâ ve ilimle mücehhez ve insanların imanını kurtar-
maktan başka bir gayesi bulunmayan yetmiş beş yaşın-
daki bu mübarek ve hakikî insaniyetperver üstadın, Af-
yon zindanlarında şiddetli soğuk ve dehşetli sıkıntılar için-
deki vaziyet-i elîmânesi ciğerleri deliyor ve kalbleri sızlatı-
yor. Hakikatlere âşık ve meftun olan yüksek adaletinize
ve hakikî insaniyetperverliğinize güvenerek adaletin şef-
kat ve merhametinin tecellisini bekliyoruz.
Mustafa Sungur
FAEB
Şualar | 883 |
o
n
d
ördÜncÜ
Ş
ua
göstermek, korumak, esirgemek.
mertebe-i kemal:
kemal, olgun-
luk, mükemmellik mertebesi.
mübarek:
feyizli, bereketli, kutlu.
mücehhez:
techiz edilmiş, cihaz-
landırılmış, donatılmış.
neşir:
kitap yazma, basma, çı-
karma; herkese duyurma, yayma.
rıza:
razılık, razı olma, hoşnutluk,
memnunluk.
şefkat:
karşılıksız sevgi besleme,
içten ve karşılıksız merhamet.
takdir:
kıymet verme, beğenme.
talebe:
öğrenci.
tavzif:
vazifelendirme, görevlen-
dirme.
tecelli:
belirme, bilinme, görünme.
ubudiyet:
kulluk.
vazife:
görev.
vaziyet-i elîmane:
elem ve acı ve-
rici hal.
zindan:
hapishane.
adalet:
her hak sahibine hak-
kının tam ve eksiksiz veril-
mesi, düzenli ve dengeli oluş.
âlî:
yüce, yüksek, ulu.
aziz:
izzetli, muhterem, say-
gın.
çehre:
vecih, yüz.
daimî:
sürekli, devamlı.
dehşetli:
ürkütücü, korkunç.
endişe:
kaygı.
fânî:
ölümlü, geçici.
fazilet:
değer, meziyet, iman
ve irfan itibariyle olan yüksek
derece.
fevkinde:
üstünde.
hâk:
doğru, gerçek, hakikat.
hakaik-ı Kur’âniye:
Kur’ân ait
olan ve ondan gelen gerçek-
ler.
hakikat:
gerçek.
hakikî:
gerçek.
hakkânî:
hak ve adâlete uy-
gun, haklılığa uyar ve yakışır.
hakperest:
doğruluk ve hak-
tan taviz vermeyen, doğruluk-
tan ayrılmayan, bunları ciddî
manada seven.
haps-i ebedî:
ebedî hapis,
sonsuza dek kalınacak hapis.
harika:
olağanüstü.
ilim:
bilme, bilgi.
iman:
inanç, itikat.
insaniyetperver:
insanlığı se-
ven.
işkence:
eziyet, azap, bir kim-
seye verilen maddî-manevî sı-
kıntı, zulüm.
kudsî:
mukaddes, yüce.
Kur’ânî:
Kur’ân’a uygun,
Kur’ân’a ait.
kıymet:
değer.
maksat:
gaye.
meftun:
tutkun, müptela, aşırı
bağlanmış.
merhamet:
acımak, şefkat
1...,873,874,875,876,877,878,879,880,881,882 884,885,886,887,888,889,890,891,892,893,...1581
Powered by FlippingBook