nur medresesine koşalım, aylarca ve yıllarca alkışlayıp
durduğumuz o yalancı sefillerden ve onların hakikat diye
gösterdikleri yalanlardan vazgeçip, Bediüzzaman said
nursî’nin derslerine gönül bağlayıp onu üstat edinelim,
zulmetten nura dönelim” diye hitap etmesi, acaba ima-
nından aldığı sevinç ve kur’ân ve İslâmiyet sevgisinden
ve bağlılığından ve milletini pek çok sevip herkesin tah-
kikî imanı kazanarak sonsuz bir saadete nail olmalarını
arzu etmesinden değil midir? Acaba Allah’a intisap edip
İslâmiyet’in en âlî bir din ve fazilet ve saadet müjdecisi ol-
duğunu ilân etmek bir cürüm müdür?
kur’ân ve İslâmiyet aleyhinde her taraftan yıkıcı ve
kahhar taarruzların başladığı ve Hazret-i kur’ân’a ve
Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâma iftiralarla
o zatın çok âlî ve çok kudsî kıymet ve varlıkları çürütül-
mek istenildiği; buna mukabil, dinsizliği ve ilhadı ve ah-
lâksızlığı telkin eden kitapların ve Allah’a asi ve İslâmi-
yet’e hücum eden fânî ve kıymetsiz bedbahtların saygılar
ile anıldığı ve bid’akâr ve gayrimeşru hâllerinin alkışlan-
dığı bir zamanda, Hazret-i kur’ân ve Hazret-i Muham-
med Aleyhissalâtü Vesselâmın yüceliklerini, hakkaniyet
ve kudsiyetlerini, hem Allah’ın varlığını ve bu kâinat bü-
tün mevcudatıyla ve bütün aza ve cihazatıyla Hâlıkının
vücub-i vücuduna ve Vahdaniyetine şahadet ettiğini; ve
insan, akıl ve fikir cihetiyle ve esma-i İlâhiyeye en ziyade
âyinedar bulunmasıyla, sair mahlûkata bir nevi sultan
hükmünde olduğu; insan, eğer iman ve ubudiyetle Allah'a
aleyh:
karşı, karşıt.
aleyhissalâtü vesselâm:
‘salât ve
selam onun üzerine olsun’ anla-
mında Hz. Muhammed’e dua.
âlî:
yüce, yüksek, ulu.
arzu:
bir şeye karşı duyulan istek,
heves.
âsi:
isyan eden, başkaldıran.
âyinedar:
ayna tutan.
aza:
organlar, üyeler.
bedbaht:
bahtsız, talihsiz, zavallı.
bid’akâr:
dinde olmayanı dine
sokmaya çalışan, bid’acı.
cihazat:
cihazlar, uzuvlar, organ-
lar.
cihet:
yön.
cürüm:
hata, suç.
esma-i İlâhiye:
Allah’ın isimleri.
fânî:
ölümlü, geçici.
fazilet:
değer, meziyet, iman ve
irfan itibariyle olan yüksek derece.
gayrimeşru:
meşru olmayan, dine
aykırı, kanunsuz.
hakikat:
gerçek.
hakkaniyet:
hak ve adakete uy-
gunluk, hak ve doğruluktan ayrıl-
mama.
Hâlık:
yoktan yaratan, her şeyi
yoktan var eden, yaratıcı; Allah.
hitap:
söz söyleme, topluluğa
veya birisine karşı konuşma.
hücum:
saldırma.
hükmünde:
değerinde, yerinde.
iftira:
aslı olmadan birine suç yük-
leme, olmayan bir suçu başkasına
yükleme.
ilân:
yayma, duyurma, bildirme.
ilhad:
islâm inancından dönme,
Allah’ın varlığına ve birliğine inan-
mayış.
iman:
inanç, itikat.
intisap:
mensup olma, bağlanma,
girme.
kahhar:
kahreden, yok eden, ba-
tıran, mahveden.
kâinat:
evren; yaratılmış olan
şeylerin tamamı, bütün âlem-
ler.
kudsî:
mukaddes, yüce.
kudsiyet:
kutsallık, mukad-
deslik, azizlik.
Kur’ân:
Allah tarafından vahiy
yoluyla Hz. Muhammed’e in-
dirilmiş, semavî kitapların so-
nuncusu.
kıymet:
değer.
mahlûkat:
Allah tarafından
yaratılanlar.
medrese:
ders okutulan yer.
mevcudat:
mevcutlar, var
olan her şey, mahluklar.
mukabil:
karşılık.
nail:
kavuşan, ulaşan, eren.
nevî:
çeşit, tür.
nur:
aydınlık, parıltı, ışık.
rehber-i saadet:
saadet kıla-
vuzu, saadet rehberi.
saadet:
mutluluk.
sâir:
diğer, başka, öteki.
sefil:
alçak, aşağılık.
şahadet:
şahit olma, şahitlik,
tanıklık.
taarruz:
saldırma, sataşma,
ilişme.
tahkikî iman:
imana dair bü-
tün meseleleri inceleyip delil
ve bürhan ile inanma.
telkin:
fikir aşılama, zihinde
yer ettirme.
ubudiyet:
kulluk.
Vahdaniyet:
Allah’ın birliği ve
varlığı, Allah’ın bir oluşu.
vücûb-i vücud:
varlığı gerekli
olmak, olmaması imkansız ol-
mak, varlığı zarurî ve vacip ol-
mak.
Zat:
azamet ve ululuk sahibi
olan.
ziyade:
çok, fazla.
zulmet:
karanlık.
o
n
d
ördÜncÜ
Ş
ua
| 880 | Şualar