Ahirzamanda, hadisin haber verdiği şahısların mesele-
sine gelince: Bu mevzuları biz kendimiz uydurmadık. Bun-
ların aslı dinde mevcuttur. peygamber Aleyhissalâtü Ves-
selâm, bazı hadislerle ümmet-i Muhammediyenin (
AsM
)
ömrünün bin beş yüz seneyi pek geçmeyeceğini söylü-
yor. o zamana kadar da ümmet-i Muhammediyenin (
AsM
)
ve dünyanın hayatında mühim tesir yapacak büyük tarih
hâdiselerini, “kıyamet alâmetleri” diye haber veriyor.
Bunların şerri üzerine ümmet-i İslâmiyenin nazar-ı dikka-
tini celp ediyor. gaflet ve cehaletle bu şerlere duçar olan-
ların ebedî şekavet ve helâket ile karşılaşacaklarını söylü-
yorlar. Bunlara dair sayısız dinî bürhanlar mevcuttur. Biz-
ler, Allah’a ve resulüne ve kur’ân’a inanmışız.
Şimdi, bu imanın ve peygamberin sıdkına olan bu iti-
kadın neticesi olarak, kendimizi helâk-i ebedîden kurtar-
mak için çalışmayalım mı? etrafımızda olup bitenleri
görmeyelim mi? “Acaba bu tehlikeli zaman gelmiş mi-
dir? sakın bu tehlikelere düşen nesil biz olmayalım!” di-
ye, bunları mevcut dinî hakikatlere tatbik cihetlerini gös-
termeyelim mi? Biz de, önümüzdeki müspet delilleri ve
vücud-i İlâhîye bizi sevk eden hakaik-ı müberhene ve il-
miyeyi görmeyerek, sırf Avrupa dinsizliğini en büyük lâ-
zıme-i medeniyet ve şiar-ı irfan add ile dinimizi terk et-
sek, acaba helâk-i ebedîden bizi kim kurtaracak? Bunu
düşünmeyelim mi? Bu zihniyette olan, kur’ân’dan ve
onun hakaikından üstün bir şey tanımayan bir insan, sırf
fânî cezalar korkusuyla kendini ebedî helâke atar mı?
Şualar | 889 |
o
n
d
ördÜncÜ
Ş
ua
helâket:
yıkılma, mahvolma.
helâk-ı ebedî:
ebedî yok oluş,
azap ve korku.
iman:
inanç, itikat.
itikat:
kesin inanma, iman.
kıyamet:
bütün kâinatın Allah ta-
rafından tayin edilen bir vakitte
yıkılıp mahvolması.
lâzıme-i medeniyet:
medeniyetin
gerekleri, icapları.
mesele:
önemli konu.
mevzu:
konu.
mühim:
önemli, ehemmiyetli.
müspet:
delille doğruluğu anlaşıl-
mış, ispatlanmış.
nazar-ı dikkat:
dikkatli bakma,
dikkatli bakış.
Peygamber:
Allah tarafından ha-
ber getirerek İlâhî emir ve yasak-
ları insanlara tebliğ eden elçi, nebi.
sevk:
ulaştırma, yöneltme.
sıdk:
doğruluk, gerçeklik, hakikat.
şekavet:
sıkıntı ve işkence altında
kalmak, kötü duruma düşme.
şer:
kötülük.
şiâr-ı irfan:
irfan işareti, irfan sem-
bolü.
tatbik:
uydurma, uygulama.
tesir:
etki.
ümmet-i İslâmiye:
İslâm ümmeti,
Müslümanlar.
ümmet-i Muhammediye:
Hz. Mu-
hammed’in ümmeti; Hz. Muham-
med’e (a.s.m.) bağlı olan ve yolun-
dan gidenler.
vücud-i İlâhî:
Cenab-ı Hakk’ın var-
lığı.
zihniyet:
anlayış.
addetme:
sayma, sayılma.
ahirzaman:
dünyanın son za-
manı ve son devresi, dünya
hayatının kıyamete yakın son
devresi.
alâmet:
belirti, işaret, iz.
aleyhissalâtü vesselâm:
‘salât
ve selam onun üzerine olsun’
anlamında Hz. Muhammed’e
dua.
âlim:
ilim ile uğraşan, ilim
adamı.
bürhan:
delil, ispat, hüccet.
cehalet:
bilmezlik, cahillik,
ilimden yoksun olma.
celp:
çekme, çekiş, kendine
çekmek.
cihet:
yön.
dair:
alâkalı, ilgili.
delil:
bir davayı ispata yarayan
şey, burhan.
duçar:
tutulmuş, uğramış, ya-
kalanmış.
ebedî:
sonu olmayan, daimî,
sürekli.
fânî:
ölümlü, geçici.
gaflet:
dikkatsizlik, endişesiz-
lik, Allah’tan uzaklaşıp nefsin
arzularına dalmak.
hadis:
Hz. Muhammed’e
(a.s.m.) ait söz, emir, fiil veya
Hz. Peygamberin onayladığı
başkasına ait söz, iş veya dav-
ranış.
hâdise:
olay.
hakaik:
hakikatler, doğrular,
gerçekler.
hakaik-ı ilmiye:
ilmî hakikat-
ler, gerçekler.
hakaik-ı müberhene:
delil-
lerle ispatlanmış hakikatler,
gerçekler.
hakikat:
gerçek, esas.
helâk:
yıkılma, bitme, mah-
volma, harap olma.