Yahut fânî bazı kıymetlere değer verir mi? Allah ve re-
sulüne ve dinine hizmet vazifesinden vazgeçer mi?
İşte, bizi Bediüzzaman’a bağlayan hakikî amiller bun-
lardır. Başka bir menba-ı dinî var mı ki, biz ruhumuzun
bu ezelî ihtiyaçlarını onunla teskin edelim?
sayın savcı bize kütüphaneleri dolduran binlerce Arab-
ca ve bugünün ruhuna tercüman olamayan kitapları tavsi-
ye ediyor. sayın savcı ve onun gibi düşünenler, risale-i
nur namı altındaki külliyat-ı ilmiyeyi ve hazine-i hürriyeti
ve hakikat-i âliyeyi beğenmeyebilirler, tenkit de edebilir-
ler. Bu, kendilerinin bileceği bir iştir. Fakat, bizim şu ve-
ya bu esere rağbet etmemize ve ona kıymet vermemize
karışamazlar. Biz, risale-i nur’u seviyoruz. Ve onu haki-
kî ve riyasız bir din kitabı ve kur’ân tefsiri biliyoruz. kıy-
met ölçüleri ve hükümleri vicdanî bir takdir meselesidir.
Buna kimse müdahale edemez.
evet, biz risale-i nur müellifinin velâyetine ve daima
ayn-ı hakikat dersi verdiğine kailiz. kendisinin kabul et-
memesi, bizim bu kanaatimizi sarsmıyor. Ancak, bizim
kabul ettiğimiz, keramet-i kevniyesinden dolayı değil,
nurların dersinde harikulâde ve ekmel tezahürlerine şa-
hit olduğumuz ve bütün cihan-ı irfana meydan okuyan ke-
ramet-i ilmiyesinden dolayıdır.
tahsil hayatı üç aydan başka mevcut olmadığı hâlde,
bu kadar feyz-i ilim neşreden ve ilminin harikalarıyla en
münteha mesail-i ilmiyede ve âliyede en yüksek mütefek-
kirleri dahi hayrette bırakacak bir mantık ulviyeti ibraz
amil:
sebep, etken.
ayn-ı hakikat:
hakikatın aslı, ger-
çeğin tâ kendisi.
cihan-ı irfan:
irfan dünyası.
ekmel:
daha (en, pek) mükemmel,
en olgun, kusursuz ve eksiksiz
olan.
ezelî:
ezel ile ilgili, öncesiz, baş-
langıçsız.
fânî:
ölümlü, geçici.
feyz-i ilim:
ilim feyzi, ilmin sağla-
dığı feyz.
hakikat-i âliye:
yüce, ulu gerçek.
hakikî:
gerçek.
harika:
olağanüstü.
harikulâde:
görülmedik derecede,
olağanüstü, mükemmel.
hazine-i hürriyet:
hürriyet hazi-
nesi.
hüküm:
karar, emir.
kail:
inanmış, aklı yatmış, kabul
etmiş.
kanaat:
inanma, görüş, fikir.
keramet-i ilmiye:
ilmin kerameti.
keramet-i kevniye:
kudret-i Rab-
baniyenin ihsanı ile letafet kesp
ediş, havada uçmak, uzun yolu
kısa zamanda gitmek gibi, şahısta
görülen kerametler, olağan üstü
hâller.
külliyat-ı ilmiye:
ilim külliyatı.
kıymet:
değer.
menba-ı dinî:
dinî kaynak.
mesail-i âliye:
yüce, yüksek me-
seleler.
mesail-i ilmiye:
ilmî mesele-
ler.
mesele:
konu.
müdahale:
karışma.
müellif:
eser telif eden, yazan.
müntehâ:
bir şeyin ulaşabil-
diği son yer, nihayet.
mütefekkir:
insanlığın ve
müslümanların problemlerini
ve çarelerini çok düşünen âlim
kişi.
nam:
ad.
neşir:
dağıtma, yayma, saçma,
serpme.
rağbet:
istek, arzu, meyil.
resul:
Allah tarafından kendi-
sine vahiy gelen, Allah’ın emir-
lerini insanlara bildirmekle va-
zifeli olan insan, peygamber.
riya:
iki yüzlülük, yalandan
gösteriş, samimiyetsizlik.
ruh:
dirilik kaynağı, hayatın te-
meli ve sebebi olan manevî
varlık.
tahsil:
ilim öğrenme, bilgi
edinme, öğrenim.
takdir:
kıymet verme, be-
ğenme.
tefsîr:
Kur’ân’ın mana bakı-
mından izahı, açıklaması.
tenkîd:
eleştirme.
tercüman:
çeşitli hal, durum,
maksat veya duyguları ifade
etme vasıtası.
teskin:
sakinleştirme, yatış-
tırma.
tezahür:
görünme, belirme,
ortaya çıkma.
ulviyet:
ulvîlik, yücelik, yük-
seklik, ululuk.
vazife:
görev.
vicdanî:
vicdanla ilgili, vicdana
ait, iç duygu ile ilgili, kalbî his
ile ilgili.
o
n
d
ördÜncÜ
Ş
ua
| 890 | Şualar