Şualar - page 892

mihrab-ı fazilet olarak tanınmaya ve iktida edilmeye şa-
yandır.
İşte biz, Bediüzzaman’a ve eserlerine bu gözle bakıyo-
ruz. Acaba mumaileyhe sırf imanımızdan neş’et eden bu
bağlılığımız ve kur’ân’ın ve beyanat-ı Muhammediyenin
(
AsM
) küfür ve ahlâk hakkındaki şiddetli tevbih ve tezyifle-
rine bu imanımız dolayısıyla iştirakimiz, bizi levs-i fânî ad-
dedilen siyasetçi mi yaptı? Yoksa yirmi beş seneden beri
din hakikatlerini öğrenemeyen ve helâk-i mutlaka giden
soyumuzun bir kısım evlâtlarına, onları helâk-i ebedîden
kurtarmak için Allah ve resulünden, hakikat ve
kur’ân’dan haber vermek, onların temiz ruhlarını, ma-
sum vicdanlarını ıslah etmeye hiç ifsat denilir mi?
sayın hâkimler!
Biz asla siyasetçi değiliz. Biz siyaseti bizim gibi siyaset
ehli olmayana bin bir çeşit veballer, tehlikeler ve mes’uli-
yetler taşıyan bir meslek biliriz. Fânî zevahire de zaten
kıymet vermeyiz. dünyaya, ancak rıza-i İlâhîye bizi götü-
ren hayırlı vechesiyle bakıyoruz. Bu itibarla, siyaset pe-
şinde koşmayı ve devlet mefhumu ile mübareze ithamını
şiddetle reddediyoruz. eğer böyle bir kasıt olaydı, yirmi
beş seneden beri edna bir tezahür olurdu.
evet, bizim menfi bir cephemiz, ahlâksızlığa ve iman-
sızlığa müteveccih bir takbih tarafımız var; bu, sırf iman-
dan ve kur’ân’ın bu mevzular üzerindeki şiddet-i beyan
ve azamet-i tevbihine bizzarure iştirakimizden ileri ge-
liyor. eğer bu esbab-ı mucibe, samimiyetin ve ihlâsın,
add:
sayma, sayılma.
azamet-i tevbih:
şiddetli azarla-
manın büyüklüğü.
beyanat-ı Muhammediye:
Hz.
Muhammed’in (a.s.m) açıklamaları,
beyanları, mesajları.
bizzarure:
zarurî olarak, ister is-
temez, mecburen.
edna:
en açağı, en basit, en kü-
çük.
esbab-ı mucibe:
gerektiren se-
bepler.
evlât:
veletler, çocuklar.
fânî:
ölümlü, geçici.
hakikat:
gerçek, esas.
helâk-ı ebedî:
ebedî yok oluş,
azap ve korku.
helâk-ı mutlak:
mutlak yok oluş.
ıslah:
iyi duruma getirme, iyileş-
tirme, düzeltme.
ifsat:
fesada uğratma, bozma, ka-
rışıklık çıkarma.
ihlâs:
samimiyet, bir ameli başka
bir karşılık beklemeksizin, sırf Al-
lah rızası için yapma.
iktida:
birinin hareketini örnek
alarak ona benzemeye çalışma, it-
tiba etme.
iman:
inanç, itikat.
iştirak:
katılma.
itham:
suç isnat etme, suçlama.
itibar:
değer.
küfür:
Allah’ın varlığına, birliğine
inanmama, müşriklik, imansızlık.
kıymet:
değer.
levs-i fânî:
gelip geçici pislik, dün-
yanın fânî, faydasız eğlenceleri.
masum:
suçsuz, günahsız, saf, te-
miz.
mefhum:
bir sözün ifade ettiği
mana.
menfi:
olumsuz, müspet olmayan.
meslek:
gidiş, tutulan yol, sis-
tem.
mes’uliyet:
mes’ul olma hâli,
sorumluluk.
mevzu:
konu.
mihrab-ı fazilet:
yüksek fazi-
let makamı.
mumaileyh:
ismi geçen, bah-
sedilen.
mübareze:
çatışma, kavga.
müteveccih:
bir cihete dönen,
yönelen.
neş’et:
meydana gelme,
oluşma, çıkma.
resul:
Allah tarafından kendi-
sine vahiy gelen, Allah’ın emir-
lerini insanlara bildirmekle va-
zifeli olan insan, peygamber.
rıza-i İlâhî:
Allah’ın rızası, hoş-
nutluğu.
siyaset:
politika.
şayan:
değer, lâyık, münasip.
şiddet-i beyan:
açıklamanın,
ifadenin şiddeti; sert açıklama,
şiddetli konuşma.
takbih:
çirkin görme, ayıp-
lama, kınama.
tevbih:
azarlama, paylama.
tezahür:
görünme, belirme,
ortaya çıkma.
tezyif:
zayıfa çıkarma, çü-
rütme.
vebal:
ahiret hayatı bakımın-
dan sorumluluğu ve azap ge-
tirici sonucu olan davranış, tu-
tum veya iş.
veche:
yan, taraf, yön.
vicdan:
insanın içindeki iyiyi
kötüden ayırabilen ve iyilik et-
mekten lezzet duyan ve kö-
tülükten elem alan manevî bir
his.
zevahir:
dış yüzler, dış görü-
nüşler, dış görünüş.
o
n
d
ördÜncÜ
Ş
ua
| 892 | Şualar
1...,882,883,884,885,886,887,888,889,890,891 893,894,895,896,897,898,899,900,901,902,...1581
Powered by FlippingBook