elbette ben onların hüsnüzanlarını ve samimâne me-
dihlerini bütün bütün reddetmek ve hatırlarını tekdirle kır-
mak, o hazine-i kur’âniyeden alınan nurlara bir ihanet
ve adavet hükmüne geçer. Ve o elmas kalemli ve kahra-
man kalbli muavinleri kaçıracak diye, onların adî, müflis
şahsıma karşı methüsenalarını, asıl mal sahibi ve bir ma-
nevî mu’cize-i kur’âniye olan risale-i nur’a ve has şakirt-
lerinin şahsiyet-i maneviyesine çeviriyordum. “Benim
haddimden yüz derece ziyade hisse veriyorsunuz” diye bir
cihette hatırlarını kırıyordum. Acaba hiç bir kanun, müs-
tenkif ve razı olmayan bir adamı başkaların onu methet-
mesiyle suçlu yapar mı ki, kanun namına hareket eden
resmî memur beni suçlu yapıyor?
Hem neşrettiğimiz aleyhimizde yazılan kararnamenin
elli dördüncü sahifesinde, “Ahirzamanın o büyük şahsı
neslen Âl-i Beytten olacak. Biz nur Şakirtleri, ancak ma-
nevî Âl-i Beytten sayılabiliriz. Hem nurun mesleğinde hiç-
bir cihette benlik, şahsiyet ve şahsî makamları arzu et-
mek, şan ve şeref kazanmak olmaz. nurdaki ihlâsı boz-
mamak için, uhrevî makamat dahi bana verilse, bırakma-
ya kendimi mecbur bilirim” denmektedir diye, kararna-
mede yazdıkları; ve yine kararnamede, yirmi ikinci ve
üçüncü sahifesinde “kusurunu bilmek, fakr ve aczini an-
lamak, tezellül ile dergâh-ı İlâhîye iltica etmek ki, o şahsi-
yetle kendimi herkesten ziyade bîçare, âciz, kusurlu gö-
rüyorum. o hâlde, bütün halk beni methüsena etse, be-
ni inandıramazlar ki iyiyim, sahib-i kemalim. sizi bütün
Şualar | 715 |
o
n
d
ördÜncÜ
Ş
ua
tem.
methetme:
övme.
methüsena:
methedip övmek.
muavin:
yardımcı.
mu’cize-i Kur’âniye:
Kur’ân’a ait
mu’cize.
müflis:
iflâs etmiş, her şeyini kay-
betmiş.
müstenkif:
istinkâf eden, kabul
etmeyen, geri duran, el çeken, çe-
kimser.
nam:
ad.
neslen:
nesil itibarıyla, soyca.
neşir:
yayma, yayım, herkese du-
yurma.
razı:
rıza gösteren, hoşnut olan.
resmî:
devlet adına olan.
sahib-i kemal:
kemal sahibi, olgun
insan.
sahife:
sayfa.
samimâne:
samimî bir şekilde,
gönülden gelen bir tavırla.
şahsî:
şahsa, kişiye ait, hususî.
şahsiyet:
kişilik.
şahsiyet-i maneviye:
manevî şah-
siyet, manevî kişilik.
şakirt:
talebe, öğrenci.
şan:
şöhret, ün.
şeref:
manevî büyüklük, yücelik,
onur.
tekdir:
azarlama.
tezellül:
kendini hor ve hakir gös-
terme.
uhrevî:
ahirete dair, ahirete ait,
ahiret âlemiyle ilgili.
ziyade:
çok, fazla.
adî:
basit, bayağı, sıradan.
ahirzaman:
dünyanın son za-
manı ve son devresi, dünya
hayatının kıyamete yakın son
devresi.
aleyh:
karşı, karşıt.
Âl-i Beyt:
Hz. Muhammed’in
(a.s.m.) ailesinden olan, Hz. Mu-
hammed’in (a.s.m.) ev halkı.
arzu:
bir şeye karşı duyulan
istek, heves.
bîçare:
çaresiz, zavallı.
cihet:
yön.
dergâh-ı İlâhî:
İlâhî dergâh, sı-
ğınak, Allah katı.
elmas:
çok kıymetli bir mü-
cevher.
fakr:
fakirlik, yoksulluk, muh-
taçlık.
hazine-i Kur’âniye:
Kur’ân’ın
hazinesi.
hisse:
pay, nasip.
hükmüne:
yerine, değerine.
hüsnüzan:
iyi fikirde bulunup,
iyi olacağını düşünmek.
ihanet:
hainlik, kötülük etme.
ihlâs:
samimiyet, bir ameli
başka bir karşılık beklemek-
sizin, sırf Allah rızası için yap-
ma.
iltica:
sığınma, güvenme, da-
yanma.
kanun:
yasa.
kararname:
sorgu hâkiminin
hazırladığı, suçlamaya veya
aklamaya dair resmi yazı.
kusur:
eksiklik, özür, suç, ka-
bahat.
makam:
yer, mevki.
makamat:
makamlar.
manevî:
manaya ait, maddî
olmayan.
mecbur:
zorunda kalma.
medih:
övmek.
meslek:
gidiş, tutulan yol, sis-