ve hangi hapse girmişse, o mahpusları ıslah eden; ve ri-
sale-i nur’dan yüz binler nüsha memlekette intişar etmek-
le beraber, menfaatten başka hiç bir zararı olmadıklarını
yirmi üç senelik hayatının ve üç hükûmet ve mahkemele-
rin beraatler vermelerinin ve nurun kıymetini bilen yüz
bin şakirtlerinin kavlen ve fiilen tasdiklerinin şahadetiyle
ispat eden; ve münzevi, mücerret, garip, ihtiyar, fakir ve
kendini kabir kapısında gören ve bütün kuvvet ve kana-
atiyle fânî şeyleri bırakıp, eski kusuratına bir kefaret ve
hayat-ı bâkiyesine bir medar arayan ve dünyanın rütbele-
rine hiç ehemmiyet vermeyen ve şiddet-i şefkatinden ma-
sumlara, ihtiyarlara zarar gelmemek için kendisine zulüm
ve tazip edenlere beddua etmeyen bir adam hakkında,
“Bu ihtiyar münzevi, asayişi bozar, emniyeti ihlâl eder ve
maksadı dünya entrikalarıdır ve muhabereleri dünya için-
dir. öyleyse suçludur” diyenler ve onu pek ağır şerait al-
tında mahkûm edenler, elbette yerden göğe kadar suçlu-
durlar; mahkeme-i kübrada hesabını verecekler!
Acaba bir nutukla, isyan eden sekiz taburu itaate geti-
ren ve kırk sene evvel bir makalesiyle binler adamı ken-
dine taraftar yapan ve mezkûr üç dehşetli kumandanla-
ra karşı korkmayan ve dalkavukluk yapmayan ve mah-
kemelerde, “Başımdaki saçlarım adedince başlarım bu-
lunsa ve her gün biri kesilse, zındıkaya ve dalâlete tes-
lim-i silâh edip vatan ve millet ve İslâmiyet’e hıyanet et-
mem, hakikat-i kur’ân’a feda olan bu başımı zalimlere
eğmem” diyen ve emirdağ’ında beş-on ahiret kardeşi ve
Şualar | 711 |
o
n
d
ördÜncÜ
Ş
ua
emre karşı gelme.
itaat:
söz dinleme, boyun eğme,
emre uygun hareket etme.
kanaat:
inanma, görüş, fikir.
kavlen:
söz ile, sözlü olarak, fiilî
olmayan.
kefaret:
kendisi ile işlenen bir gü-
nahın giderilmesi.
kıymet:
değer.
kumandan:
komutan.
kusurat:
kusurlar, noksanlıklar,
eksiklikler, özürler.
mahkeme-i kübra:
en büyük mah-
keme, öldükten sonra bütün in-
sanların diriltilerek Allah huzurunda
hesaba çekileceği mahkeme.
mahkûm:
bir mahkemece hüküm
giymiş, hükümlü.
mahpus:
hapsedilmiş olan, tutuk-
lu.
maksat:
gaye.
masum:
suçsuz, günahsız, saf, te-
miz.
medar:
sebep, vesile.
menfaat:
fayda.
mezkûr:
zikredilen, adı geçen, anı-
lan.
muhabere:
haberleşme.
mücerret:
tecrit edilmiş, yalnız,
tek.
münzevi:
inzivaya çekilen, köşeye
çekilmiş, yalnız.
nutuk:
bir topluluğa karşı konuş-
ma, ikna maksadıyla bir topluluk
önünde yapılan konuşma, hitap,
söylev.
nüsha:
birbirinin aynı olan suret-
lerin her biri.
şahadet:
şahit olma, şahitlik, ta-
nıklık.
şakirt:
talebe, öğrenci.
şerait:
şartlar.
şiddet-i şefkat:
şefkatin şiddeti,
derecesi; aşırı derecedeki şefkat.
tabur:
düzgün sıralar hâlinde di-
zilmiş askerî birlik.
taraftar:
taraflı, bir tarafı destek-
leyen.
tasdik:
bir şeyin veya kimsenin
doğruluğuna kesin olarak hük-
metme.
tazip:
azap çektirme, eziyet etme,
sıkıntı verme.
teslim-i silâh:
silâh bırakma, silâhını
teslim etme.
zalim:
zulmeden, acımasız ve hak-
sız davranan.
zındıka:
dinsizlik, inançsızlık.
zulüm:
haksızlık, eziyet, işkence.
ahiret:
dünya hayatından son-
ra başlayıp ebediyen devam
edecek olan ikinci hayat.
asayiş:
emniyet, kanun ve ni-
zam hâkimiyetinin sağlanma-
sı.
beddua:
bir kimsenin kötü ol-
ması için dua, kötü dua.
beraat:
temize çıkma; bir da-
vanın neticesinde suçsuz ol-
duğu anlaşılma.
dalâlet:
iman ve İslâmiyetten
ayrılmak, azmak.
dalkavuk:
kendisine çıkar ve
yarar sağlayacak olan kimse-
lere aşırı saygı ve hayranlık
göstererek yaranmak isteyen
kimse.
dehşetli:
ürkütücü, korkunç.
ehemmiyet:
önem, değer, kıy-
met.
entrika:
bir çıkar sağlamak
veya birine zarar vermek mak-
sadıyla hazırlanan düzen, hile.
evvel:
önce.
fânî:
ölümlü, geçici.
feda:
uğruna verme.
fiilen:
fiille, davranış ve hare-
ketle.
garip:
kimsesiz, zavallı.
hakikat-i Kur’ân:
Kur’ân’ın ha-
kikati, Kur’ân’a ait olan ger-
çek.
hayat-ı bâkiye:
bâkî olan, son-
suz hayat, ahiret hayatı.
hıyanet:
hainlik, kendine olan
güveni kötüye kullanma.
ıslah:
iyi duruma getirme, iyi-
leştirme, düzeltme.
ihlâl:
bozma, zarar verme.
intişar:
yayılma, yaygınlaşma,
neşrolunma.
ispat:
doğruyu delillerle gös-
terme.
isyan:
başkaldırma, itaatsizlik,