dinlemeye bizi mecbur ettiler. Beni konuşturmadılar. eğer
konuştursalardı, diyecektim:
Hem dininizi inkâr, hem ecdadınızı dalâletle tahkir
eden ve peygamberinizi (
AsM
) ve kur’ân’ınızın kanunla-
rını reddedip kabul etmeyen Yahudî ve nasranî ve Me-
cusîlere, hususan şimdi Bolşevizm perdesi altındaki anar-
şist ve mürtet ve münafıklara hürriyet-i vicdan, hürriyet-i
fikir bahanesiyle ilişmediğiniz hâlde; ve İngiliz gibi Hris-
tiyanlıkta mutaassıp, cebbar bir hükûmetin daire-i mül-
künde ve hâkimiyetinde, milyonlarla Müslümanlar her
vakit kur’ân dersiyle İngiliz’in bütün batıl akidelerini ve
küfrî düsturlarını reddettikleri hâlde, onlara mahkemele-
riyle ilişmediği; ve her hükûmette bulunan muhalifler ale-
nen fikirlerinin neşrinde, o hükûmetlerin mahkemeleri
ilişmediği hâlde; benim kırk senelik hayatımı ve yüz otuz
kitabımı ve en mahrem risale ve mektuplarımı, hem Is-
parta hükûmeti, hem denizli Mahkemesi, hem Ankara
Ceza Mahkemesi, hem diyanet riyaseti, hem iki defa,
belki üç defa Mahkeme-i temyiz tam tetkik ettikleri ve
onların ellerinde iki üç sene risale-i nur’un mahrem ve
gayr-i mahrem bütün nüshaları kaldığı ve bir küçük ceza-
yı icap edecek bir tek maddeyi göstermedikleri, hem bu
derece zaafiyetim ve mazlumiyetim ve mağlûbiyetim ve
ağır şeraitle beraber iki yüz bin hakikî ve fedakâr şa-
kirtlere vatan ve millet ve asayiş menfaatinde en kuvvet-
li ve sağlam ve hakikatli bir rehber olarak kendini göste-
ren risale-i nur’un elinizdeki mecmuaları ve dört yüz
sayfa müdafaatımız masumiyetimizi ispat ettikleri hâlde,
Şualar | 707 |
o
n
d
ördÜncÜ
Ş
ua
icap:
gerekme hali, gerekli olma.
inkâr:
reddetme, inanmama, kabul
ve tasdik etmeme.
ispat:
doğruyu delillerle göster-
me.
kanun:
kaide, kural.
küfrî:
küfürle ilgili, Allah’ı inkârla
alâkalı.
mağlûbiyet:
yenilgi, yenilme.
mahkeme-i temyiz:
temyiz mah-
kemesi, mahkeme kararlarının yo-
lunda verilip verilmediğini tetkik
etmekle görevli makam, yargıtay.
mahrem:
herkesçe bilinmemesi
gereken, gizli.
masumiyet:
masumluk, kabahat-
sizlik, suçsuzluk.
mazlumiyet:
mazlumluk, zulüm
görmüşlük.
mecmua:
toplanıp, biriktirilmiş,
düzenlenmiş yazıların hepsi.
Mecusî:
ateşe tapan, Zerdüşt dinini
benimseyen, bu dinle ilgili olan,
Zerdüştî.
menfaat:
fayda.
muhalif:
muhalefet eden, bir fiil
ve düşünceye karşı zıt düşüncede
bulunan.
mutaassıp:
bir şeyi savunmada
aşırılık gösteren ve inat eden; dinî
meselelerde körü körüne bir fikre
bağlı olan ve başka bir fikri ka-
bullenemeyen.
müdafaat:
müdafaalar, savunma-
lar.
münafık:
nifak sokan, ara bozucu;
kalbinde küfrü gizlediği halde Müs-
lüman görünen.
mürtet:
irtidat eden, İslâm dinini
bırakarak eski dinine veya başka
bir dine geçmiş olan, din değişti-
ren.
Nasranî:
İsevî, Hristiyan.
neşir:
herkese duyurma, yayma,
tamim.
nüsha:
birbirinin aynı olan suret-
lerin her biri.
riyaset:
reislik, başkanlık.
şakirt:
talebe, öğrenci.
şerait:
şartlar.
tahkir:
hakaret etme, küçük gör-
me, şeref ve haysiyetini incitme.
tetkik:
dikkatle araştırma, incele-
me.
zafiyet:
zayıflık.
akide:
iman, inanılan ve itikat
edilen esas, inanç.
alenen:
açıkça, açıktan açığa,
gizlemeden, herkesin önünde.
anarşist:
hiçbir düzen ve oto-
rite tanımayan, karışıklık ve
bozgunculuktan yana olan, on-
dan fayda uman kimse.
asayiş:
emniyet, kanun ve ni-
zam hâkimiyetinin sağlanma-
sı.
bahane:
yalandan özür, asıl
sebebi gizlemek için ileri sü-
rülen uydurma sebep.
batıl:
boş ve manasız olan,
gerçeğe uymayan, doğru ve
haklı olmayan.
bolşevizm:
hürriyet adına bü-
tün insanî değerleri tahribe
yönelerek, hiç bir kanun, ölçü,
değer tanımaksızın sosyalist
hedeflere varmayı benimseyen
görüş.
cebbar:
zorba.
daire-i mülk:
mülk dairesi,
âlem-i şahadet dairesi.
dalâlet:
iman ve İslâmiyetten
ayrılmak, azmak.
düstur:
kaide, esas, prensip.
ecdat:
dedeler, büyük babalar,
atalar.
fedakâr:
kendini veya şahsî
menfaatlerini hiçe sayan, feda
eden.
gayr-i mahrem:
mahrem ol-
mayan, gizli ve özel olmayan.
hakikat:
gerçek, esas.
hakikî:
gerçek.
hâkimiyet:
hâkim oluş, hük-
mediş, egemenlik.
hususan:
bilhassa, özellikle.
hürriyet-i fikir:
fikir ve dü-
şünce hürriyeti.
hürriyet-i vicdan:
vicdan hür-
riyeti.