eskiden yazılmış ve mürur-i zaman ve af kanunları gör-
müş iki ayetin tam haklı tefsirine dair iki sahifeyi bahane
ederek, o pek çok menfaatli ve kıymettar mecmuanın
müsaderesine sebep oldukları gibi, şimdi de nurun kıy-
mettar risalelerini, her birisinde bin kelime içinde bir iki
kelimeye yanlış mana vermekle, o bin menfaatli risalenin
müsaderesine çalışıldığını, bu üçüncü iddianameyi işiten
ve neşrettiğimiz kararnameyi gören tasdik eder. Biz da-
hi,
(1)
@ zn
¿ƒo
©p
LGn
Q p
¬ r
«n
dp
G B É s
fp
Gn
h ! És
fp
G{ m
án
Ñ«°/
üo
e u
?`o
µ
p
d
(2)
o
?«/
c
n
ƒr
dG n
ºr
©p
fn
h *G Én
æ o
Ñ°r
ùn
M
deriz.
Altıncısı
: nurun şakirtlerinden bazılarının nurlardan
fevkalâde iman hüccetlerini ve sarsılmaz, aynelyakin
ulûm-i imaniyeyi görüp istifade ettiklerinden, bu bîçare
tercümanına bir nevi teşvik ve tebrik ve takdir ve teşek-
kür nev’inde ziyade hüsnüzanla müfritâne methetmele-
riyle beni suçlu gösterene derim:
Ben âciz, zayıf, gurbette, menfî, yarım ümmî, aleyhim-
de propaganda ile halkı benden ürkütmek hâleti içinde
kur’ân’ın ilâçlarından ve imanî ve kudsî hakikatlerinden
dertlerime tam derman olarak kendime bulduğum zaman,
bu millete ve bu vatan evlâtlarına dahi tam bir ilâç olaca-
ğına kanaat getirdiğim için, o kıymettar hakikatleri kale-
me aldım. Hattım pek noksan olmasından yardımcılara
pek çok muhtaç iken, inayet-i İlâhiye bana sadık, has,
metin yardımcıları verdi.
âciz:
zayıf, güçsüz, zavallı.
aleyh:
ona karşı, onun üzerine.
ayet:
Kur’ân’ın her bir cümlesi.
aynelyakin:
gözle görür derecede
inanma; bir şeyi görerek ve sey-
rederek bilme.
bahane:
yalandan özür, asıl sebebi
gizlemek için ileri sürülen uydurma
sebep.
bîçare:
çaresiz, zavallı.
dair:
alâkalı, ilgili.
derman:
ilâç, çare.
evlât:
veletler, çocuklar.
fevkalâde:
olağanüstü.
hakikat:
gerçek, esas.
hâlet:
hâl, durum.
hat:
yazı, el yazısı.
hüccet:
delil.
hüsnüzan:
iyi fikirde bulunup, iyi
olacağını düşünmek.
iddianame:
iddia yazısı, savcının
bir dava konusundaki iddialarını
toplamış olduğu, isnat ettiği suç
ve delilleri de içine alan yazısı.
iman:
inanç, itikat.
imanî:
imana dair olan, imanla il-
gili.
inayet-i İlâhiye:
Allah’ın yardımı.
istifade:
faydalanma, yararlanma.
kanaat:
inanma, görüş, fikir.
kanun:
yasa.
kararname:
sorgu hâkiminin ha-
zırladığı, suçlamaya veya aklamaya
dair resmi yazı.
kıymettar:
kıymetli, değerli.
kudsî:
mukaddes, yüce.
Kur’ân:
Allah tarafından vahiy yo-
luyla Hz. Muhammed’e indirilmiş,
semavî kitapların sonuncusu.
mecmua:
toplanıp, biriktirilmiş,
düzenlenmiş yazıların hepsi.
medih:
övme.
menfaat:
fayda.
menfi:
nefyedilmiş, sürgün edilmiş,
sürgün.
metin:
sağlam ve dayanıklı.
müfritâne:
müfrit bir şekilde,
aşırı derecede, aşırı olarak.
mürur-i zaman:
zamanın geç-
mesi, zaman aşımı; zamanla.
müsadere:
toplatma, elden
alma.
neşir:
kitap yazma, basma, çı-
karma; herkese duyurma, yay-
ma.
nevi:
çeşit, tür.
propaganda:
bir inanç, düşün-
ce, doktrin v.b. ni başkalarına
tanıtmak, benimsetmek ama-
cını güden ve çeşitli vasıtalarla
yapılan faaliyet.
sadık:
doğru, gerçek; sözünde,
vaadinde, işinde doğru olan.
şakirt:
talebe, öğrenci.
takdir:
kıymet verme, beğen-
me.
tasdik:
bir şeyin veya kimsenin
doğruluğuna kesin olarak hük-
metme.
tefsir:
Kur’ân’ın mana bakı-
mından izahı, açıklaması.
ulûm-i imaniye:
iman ilimleri,
imanla ilgili ilimler.
ümmî:
okuma yazması olma-
yan, okumamış.
ziyade:
çok, fazla.
1.
Her musibette deriz: “Biz Allah’ın kullarıyız; sonunda yine Ona döneceğiz. (Bakara Suresi:
156.)”
2.
Allah bize yeter. O ne güzel vekildir. (Âl-i İmran Suresi: 173.)
o
n
d
ördÜncÜ
Ş
ua
| 714 | Şualar