oyuncağı gibi, bana bir sene ceza verilmez. Benim emsa-
lim, ya idam olur, darağacına müftehirâne çıkarlar, veya-
hut lâyık olduğu makamda serbest kalırlar.
evet, binler lira kıymetinde elmasları çalabilen mahir
bir hırsız, on kuruşluk bir cam parçasına hırsızlık etmek-
le, elmas çalmış gibi aynı cezaya kendini mahkûm etmek,
dünyada hiçbir hırsızın, belki hiçbir zîşuurun kârı değildir.
Böyle bir hırsız kurnaz olur, böyle nihayet derecede eble-
hâne hareket etmez.
Ey efendiler!
Haydi, vehminiz gibi, ben o hırsız gibi oldum. Ben Is-
parta nahiyelerinden perişan, bir köyde dokuz sene inzi-
vada bulunan ve şimdi benimle beraber gayet hafif bir ce-
zaya mahkûm olan safdil beş on bîçarelerin fikirlerini hü-
kûmet aleyhine çevirmekle kendini ve gaye-i hayatı olan
risalelerini tehlikeye atmaktan ise, eski zamanda olduğu
gibi Ankara’da veya İstanbul’da büyük bir memuriyette
oturup binler adamı takip ettiğim maksada çevirebilirdim.
o vakit böyle zelilâne mahkûmiyet değil, belki mesleği-
me ve hizmetime münasip bir izzet ile dünyaya karışabi-
lirdim.
evet, fahir ve temeddüh niyetiyle değil, belki mecburi-
yet ve mahcubiyetle, hodfüruşâne eski bir kısım riyakâr-
lığımı hatırlamakla beni ehemmiyetsiz, vücudundan isti-
fade edilmez, adî mertebeye sukut ettirmek isteyenlerin
yanlışlarını göstermek için derim:
adî:
basit, bayağı, sıradan.
aleyh:
ona karşı, onun üzerine.
bîçare:
çaresiz, zavallı.
darağacı:
idama mahkûm olanların
asıldıkları sehpa, dâr.
eblehâne:
akılsızcasına, ahmak-
çasına, aptalca.
ehemmiyetsiz:
önemsiz.
emsal:
benzerler.
fahir:
övünme, böbürlenme.
gaye-i hayat:
hayatın gayesi, ha-
yatın amacı.
gayet:
son derece.
hodfüruşâne:
kendini beğen-
dirmeye çalışarak.
inziva:
bir köşeye çekilme,
tek başına yaşama, dünya iş-
lerinden vazgeçme, dünyadan
el-etek çekme.
istifade:
faydalanma, yarar-
lanma.
izzet:
şeref, yücelik; kuvvet,
kudret, üstünlük.
kıymet:
değer.
mahcubiyet:
mahcupluk, utan-
gaçlık, sıkılganlık.
mahir:
maharetli, becerikli.
mahkûm:
bir mahkemece hü-
küm giymiş, hükümlü.
mahkûmiyet:
hüküm giyme,
hükümlülük.
makam:
yer, mevki.
maksat:
gaye.
mecburiyet:
mecbur olma, za-
rurîlik durumu, zorunluluk.
memuriyet:
memurluk.
mertebe:
derece, basamak.
meslek:
gidiş, tutulan yol, sis-
tem.
müftehirâne:
iftiharla, övüne-
rek, gururlu bir şekilde.
münasip:
uygun.
nahiye:
bölge, küçük yer.
nihayet:
son derece.
riyakâr:
riya eden, iki yüzlü,
sahtekâr.
safdil:
saf gönüllü; hile, oyun
bilmeyen, kolay aldatılan.
sukut ettirmek:
değerden dü-
şürmek, indirmek.
temeddüh:
kendi kendini
övme, kendini methetme, bö-
bürlenme.
vehim:
sebepsiz korku, belirsiz
ve manasız korku.
zelilâne:
zelil olarak, zelilce,
aşağılanarak, alçakça.
zîşuur:
şuurlu, şuur sahibi.
o
n
d
ördÜncÜ
Ş
ua
| 720 | Şualar