gayet keskin elmas bir kılıç bulunsa, müthiş bir aslanın
veya bir ejderhanın kuyruğuna hafifçe iliştirip kendine
musallat eder mi? eğer maksadı tahaffuz veyahut dövüş-
mekse, kılıcı başka yere havale eder.
İşte sizin nazarınızda ve vehminizde beni o adam gibi
telâkki etmişsiniz ki, beni bu tarzda cezaya ve mahkûmi-
yete çarptınız. eğer bu derece hilâf-ı şuur ve muhalif-i
akıl hareket ediyorsam, koca memlekete dehşet verip
propaganda ile efkâr-ı ammeyi aleyhime çevirmek değil,
belki adî bir divane gibi tımarhaneye gönderilmem lâzım
gelir. eğer verdiğiniz ehemmiyete mukabil bir adam
isem, elbette aslanı kendine saldırtmak ve ejderhayı ken-
dine hücum ettirmek için o keskin kılıcı onların kuyruk-
larına uzatmaz; belki mümkün olduğu kadar kendini mu-
hafaza edecek. nasıl ki on sene ihtiyârî bir inzivayı
ihtiyâr edip takat-i beşerin fevkinde sıkıntılara tahammül
ederek hükûmetin işine hiçbir cihetle karışmadım ve ka-
rışmak arzu etmedim. Çünkü, hizmet-i kudsiyem beni
menediyor.
ey ehl-i hall ve akd! Acaba hiç mümkün müdür ki, yir-
mi beş sene evvel gazetelerin yazdığı gibi, bir makaleyle
otuz bin adamı kendi fikrine çeviren ve koca Hareket
ordusunun nazar-ı dikkatini kendine döndüren ve İngiliz
Başpapazının altı yüz kelime ile istediği suallerine altı ke-
limeyle cevap veren ve bidayet-i hürriyette en meşhur bir
diplomat gibi nutuk söyleyen bir adamın yüz yirmi ri-
salesinde dünyaya, siyasete bakacak yalnız on beş keli-
me mi bulunur? Hiç bir akıl kabul eder mi ki, bu adam
Şualar | 723 |
o
n
d
ördÜncÜ
Ş
ua
men:
yasak etme, engelleme, mâni
olma.
meşhur:
şöhretli, ünlü, herkesin
bildiği.
muhafaza:
koruma.
muhalif-i akıl:
akla ve mantığa
aykırı olan, akla zıt, akla ters düşen,
uymayan.
mukabil:
karşılık.
musallat:
çok fazla rahatsız eden,
fazlasıyla üzerine giden ve sata-
şan.
müthiş:
dehşet veren, ürküten,
dehşetli, korkunç.
nazar:
bakış, bakış açısı.
nazar-ı dikkat:
dikkatli bakma,
dikkatli bakış.
nutuk:
bir topluluğa karşı konuş-
ma, ikna maksadıyla bir topluluk
önünde yapılan konuşma, hitap,
söylev.
propaganda:
bir inanç, düşünce,
doktrin gibi hususları başkalarına
tanıtmak, benimsetmek amacını
güden ve çeşitli vasıtalarla yapılan
faaliyet.
sual:
soru.
tahaffuz:
kendini muhafaza etme,
koruma.
tahammül:
yüklenme, yüke kat-
lanma.
takat-i beşer:
insanın gücü, taka-
ti.
tarz:
biçim, şekil.
telâkki:
anlama, kabul etme.
tımarhane:
akıl hastahanesi.
vehim:
sebepsiz korku, belirsiz ve
manasız korku.
adî:
basit, bayağı, sıradan.
aleyh:
ona karşı, onun üzeri-
ne.
bidayet-i hürriyet:
hürriyetin
başlangıcı; (1908) hürriyetin (II.
Meşrutiyet) ilân edildiği za-
man.
cihet:
yön.
dehşet:
büyük tehlike karşı-
sında korkma ve şaşırıp kal-
ma.
diplomat:
millet meseleleri ve
siyaset noktasında söz sahibi
olan.
divane:
deli, aklı başında ol-
mayan.
efkâr-ı amme:
genelin, umu-
mun, düşünceleri, umuma ait
düşünce, kamuoyu.
ehemmiyet:
önem, değer, kıy-
met.
ehl-i hall ve akd:
halledilmesi
zor meseleleri ve işleri halledip
neticeye bağlayanlar.
elmas:
çok değerli.
evvel:
önce.
fevkinde:
üstünde.
gayet:
son derece.
havale:
bir şeyi başkasının üs-
tüne bırakma.
hilâf-ı şuur:
şuura ters.
hizmet-i kudsiye:
mukaddes
hizmet; kutsal hizmet.
hücum:
saldırma.
ihtiyar:
seçme, tercih etme.
ihtiyarî:
irade ile, kendi isteği
ile seçerek ve hareket ede-
rek.
inziva:
bir köşeye çekilme,
tek başına yaşama, dünya iş-
lerinden vaz geçme, dünyadan
el-etek çekme.
mahkûmiyet:
hüküm giyme,
hükümlülük.
maksat:
gaye.