ettiğim manevî ilâçları, sair insanların eline geçmek için,
o kapıyı açık bırakıyorum. Belki Cenab-ı Hak bu hizmeti
kabul eder ve eski günahıma kefaret yapar. Bu hizmete
karşı şeytan-ı racîmden başka hiç kimsenin –mü’min ol-
sun, kâfir olsun, sıddık olsun, zındık olsun– karşı gelme-
ye hakkı yoktur.
Çünkü imansızlık başka şeylere benze-
miyor. Zulümde, fıskta, kebairde birer menhus lezzet-i
şeytaniye bulunabilir. Fakat imansızlıkta hiçbir cihet-i lez-
zet yok. Elem içinde elemdir, zulmet içinde zulmettir,
azap içinde azaptır.
İşte, böyle hadsiz bir hayat-ı ebediyeye çalışmayı ve
iman gibi kudsî bir nura hizmeti bırakmak, ihtiyarlık za-
manında lüzumsuz, tehlikeli siyaset oyuncaklarına atıl-
mak, benim gibi alâkasız ve yalnız ve eski günahlarına ke-
faret aramaya mecbur bir adamda ne kadar hilâf-ı akıl-
dır, ne kadar hilâf-ı hikmettir, ne derece bir divaneliktir;
divaneler de anlayabilirler.
Amma “kur’ân ve imanın hizmeti ne için beni men
ediyor?” dersen, ben de derim ki:
Hakaik-ı imaniye ve kur’âniye birer elmas hükmünde
olduğu hâlde, siyaset ile âlûde olsa idim, elimdeki o el-
maslar, iğfal olunabilen avam tarafından, “Acaba taraf-
tar kazanmak için bir propaganda-i siyaset değil mi?” di-
ye düşünürler. o elmaslara adî şişeler nazarıyla bakabilir-
ler. o hâlde, ben o siyasete temas etmekle, o elmaslara
zulmederim ve kıymetlerini tenzil etmek hükmüne geçer.
İşte, ey ehl-i dünya! neden benimle uğraşıyorsunuz, be-
ni kendi hâlimde bırakmıyorsunuz?
adî:
bayağı, değersiz, basit.
alâka:
ilgi, bağ.
âlûde:
bulaşmış, karışmış.
avam:
halk tabakası, sıradan in-
sanlar.
azap:
ceza, sıkıntı.
Cenab-ı Hak:
Allah, Hakkın ta ken-
disi olan şeref ve yücelik sahibi
Allah.
cihet-i lezzet:
lezzet tarafı, lezzet
veren yönü.
divane:
deli.
ehl-i dünya:
dünyaya bağlı, dünya
için yaşayan, ahireti düşünmeyen.
elem:
maddî-manevî ıztırap, acı,
keder, üzüntü.
elmas:
çok kıymetli bir mücev-
her.
fısk:
günah, günahkârlık.
günah:
dinen yasaklanan ve suç
sayılan fiiller.
hadsiz:
sınırsız.
hakaik-ı imaniye ve Kur’âniye:
iman ve Kur’ân hakikatleri.
hayat-ı ebediye:
ebedî ve sonsuz
hayat.
hilâf-ı akıl:
akıl dışı, akla aykırı.
hilâf-ı hikmet:
hikmete zıt, an-
lamsız.
hükmünde:
değerinde, yerinde.
hükmüne:
değerine, yerine.
iğfal:
yanıltma, aldatma, kan-
dırma.
iman:
inanmak, itikat, inanç.
kâfir:
Allah’ı ve İslâmiyeti inkâr
eden, dinsiz.
kebair:
büyük günahlar.
kefaret:
günahların bağışlan-
masına vesile olan şey, karşı-
lık.
kudsî:
mukaddes, kutsal.
lezzet-i şeytaniye:
şeytanî lez-
zet, zevk.
lüzumsuz:
gereksiz.
mecbur:
zorunlu olma.
men etme:
yasaklama, engel-
leme.
menhus:
uğursuz, kötü, çir-
kin.
mü’min:
iman eden, Allah’a
ve gönderdiklerine inanan.
nazar:
bakış.
nur:
parıltı, ışık, aydınlık.
propaganda-i siyaset:
siyaset
propagandası.
sair:
diğer, öteki, başka.
sıddık:
hakkı ve hakikati te-
reddütsüz kabullenen, Allah’a
ve peygambere bağlılıkta en
ileri olan.
siyaset:
devlet idaresi, devletin
işlerini düzenleme ve yürütme
sanatıyla ilgili görüş ve anlayış;
politika.
şeytan-ı racîm:
taşlanmış, ko-
vulmuş şeytan.
temas:
değmek.
tenzil:
indirme, düşürme.
zındık:
Allah’a ve ahirete inan-
mayan.
zulmet:
karanlık.
zulmetmek:
eziyet, işkence
etmek.
zulüm:
haksızlık, eziyet.
o
n
d
ördÜncÜ
Ş
ua
| 730 | Şualar