Hem de ahireti bilen ve dünyanın hakikatini keşfeden,
aklı varsa pişman olmaz, yeniden dünyaya dönüp uğraş-
maz. elli seneden sonra, alâkasız, tek başıyla bir adam,
hayat-ı ebediyesini dünyanın bir iki sene gevezeliğine, şar-
latanlığına feda etmez. Feda etse kurnaz olmaz, belki eb-
leh bir divane olur. ebleh bir divanenin elinden ne gelir
ki onun ile uğraşılsın?
Amma zahiren tarik-ı dünya bâtınen talib-i dünya şüp-
hesi ise:
(1)
p
Aƒ=° t
ùdÉp
H l
In
QÉs
en
’n
¢n
ùr
Øs
ædG s
¿
p
G ?/
ùr
Øn
f o
Çpq
ôn
Ho
G BÉ n
en
h
sırrınca,
ben nefsimi tebrie etmiyorum. nefsim her fenalığı ister.
Fakat şu fânî dünyada, şu muvakkat misafirhanede, ihti-
yarlık zamanında, kısa bir ömürde, az bir lezzet için, ebe-
dî, daimî hayatını ve saadet-i ebediyesini berbat etmek,
ehl-i aklın kârı değil. ehl-i aklın ve zîşuurun kârı olmadı-
ğından, nefs-i emmarem ister istemez akla tâbi olmuştur.
Üçüncü vehimli sual
: ehl-i dünya diyorlar ki: “
Sen
bizi sever misin? Beğeniyor musun? Eğer seversen, ne-
den bize küsüp karışmıyorsun? Eğer beğenmiyorsan, bi-
ze muarızsın; biz muarızlarımızı ezeriz
.”
E l cevap
: Ben değil sizi, belki dünyanızı sevseydim,
dünyadan çekilmezdim. ne sizi ve ne de dünyanızı be-
ğenmiyorum. Fakat karışmıyorum. Çünkü, ben başka
maksattayım; başka noktalar benim kalbimi doldurmuş,
başka şeyleri düşünmeye kalbimde yer bırakmamış. sizin
vazifeniz ele bakmaktır, kalbe bakmak değil. Çünkü ida-
renizi, asayişinizi istiyorsunuz. el karışmadığı vakit, ne
hakkınız var ki, hiç lâyık olmadığınız hâlde “kalb de bizi
sevsin” demeye?
ahiret:
kıyametten sonra kurulacak
olan âlem, öteki dünya.
alâka:
ilgi.
asayiş:
huzur, emniyet, düzen, gü-
venlik.
bâtınen:
iç yüzünde.
divane:
deli.
ebedî:
sonsuz, sürekli.
ebleh:
pek akılsız, ahmak.
ehl-i akıl:
akıl sahipleri.
ehl-i dünya:
sadece dünya hayatı
için yaşayan, ahireti düşünmeyen.
fânî:
ölümlü, geçici.
feda:
gözden çıkarma, uğruna ver-
me.
fenalık:
kötülük.
hakikat:
gerçek, mahiyet, esas,
asıl.
hayat-ı ebediye:
ebedî ve son-
suz hayat.
idare:
yönetim, yürütme.
keşfetme:
bulma, meydana
çıkarma.
lâyık:
yakışır, uygun.
maksat:
gaye, amaç.
misafirhane:
geçici bekleme
ve konaklama yeri.
muarız:
karşı çıkan, muhalif.
muvakkat:
geçici.
nefis:
kötü vasıfları, nitelikleri
kendisinde toplayan, kötülüğe
sevk eden hayırlı işlerden alı-
koyan güç.
nefs-i emmare:
insanı daima
kötülüğe, yasak zevk ve is-
teklere teşvik eden güç, nefis.
saadet-i ebediye:
sonsuz mut-
luluk.
sevk:
sürme.
sual:
soru.
şarlatan:
yalancı, hayâsız, al-
datıcı.
tâbi:
uyan, itaat eden.
talib-i dünya:
dünyayı iste-
yen.
târik-i dünya:
dünyayı terk
eden.
tebrie:
temize çıkarma.
vazife:
görev, iş.
vehim:
yanlış ve esassız dü-
şünce, kuşku, kuruntu.
zahiren:
görünüşte.
zîşuur:
şuur sahibi, şuurlu, bi-
linçli.
1.
Ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefis daima kötülüğe sevk eder. (Yusuf Suresi: 53.)
o
n
d
ördÜncÜ
Ş
ua
| 740 | Şualar