dedikleri muhkem kal’alarını zirüzeber etmişim. onların
en büyük dinsiz feylesoflarını hayvandan aşağı düşürmü-
şüm. dinsizleriniz dahi içinde bulunan bütün Avrupa top-
lansa, Allah’ın tevfikiyle, beni o mesleğimin bir mesele-
sinden geri çeviremezler, inşaallah mağlûp edemezler.
Madem böyledir; ben sizin dünyanıza karışmıyorum,
siz de benim ahiretime karışmayınız. karışsanız da bey-
hudedir.
Takdir-i Hudâ, kuvve-i bâzû ile dönmez,
Bir şem’a ki, Mevlâ yaka, üflemekle sönmez!
Benim hakkımda, müstesna bir surette, pek ziyade
ehl-i dünya tevehhüm edip, âdeta korkuyorlar. Bende
bulunmayan ve bulunsa dahi siyasî bir kusur teşkil etme-
yen ve ittihama medar olmayan şeyhlik, büyüklük, hane-
dan, aşiret sahibi, nüfuzlu, etbaı çok, hemşehrileriyle gö-
rüşmek, dünya ahvaliyle alâkadar olmak, hatta siyasete
girmek, hatta muhalif olmak gibi, bende bulunmayan
emirleri tahayyül ederek evhama düşmüşler. Hatta ha-
piste ve hariçteki, yani kendilerince kabil-i af olmayanla-
rın dahi aflarını müzakere ettikleri sırada, beni âdeta her
şeyden menettiler.
Fena ve fânî bir adamın, güzel ve bâkî şöyle bir sözü
var:
Zulmün topu var, güllesi var, kal’ası varsa,
Hakkın da bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır.
Şualar | 747 |
o
n
d
ördÜncÜ
Ş
ua
müstesna:
benzeri olmayan, kural
dışı, sıra dışı.
müzakere:
görüşme, karşılıklı fikir
alışverişi.
nüfuz:
sözü geçer olma, sözü din-
lenme; etki, tesir.
siyaset:
devlet idaresi, devletin
işlerini düzenleme ve yürütme sa-
natıyla ilgili görüş ve anlayış; poli-
tika.
siyasî:
siyasetle ilgili.
suret:
biçim, şekil.
şem’a:
mum.
şeyh:
tarikat kurucusu, bir tarikatte
en yüksek mertebeye ulaşmış kişi.
tahayyül:
hayal etme.
takdir-i Hudâ:
Allah’ın takdiri.
teşkil:
meydana getirme, oluştur-
ma.
tevehhüm:
vehimlenme, kurun-
tuya kapılma, gerçekte var olma-
yanı var kabul etme.
tevfik:
yardım, başarılı kılma.
zirüzeber:
paramparça, yerle bir.
ziyade:
çok, fazla.
zulüm:
haksızlık, adaletsizlik, ezi-
yet.
âdeta:
sanki.
af:
affedilme
ahiret:
kıyametten sonra ku-
rulacak olan âlem, öteki dün-
ya.
ahval:
hâller, durumlar.
alâkadar:
ilgili, alâkalı.
aşiret:
kabile.
bâkî:
ebedî, sürekli, kalıcı,
ölümsüz.
beyhude:
boşuna, boşu bo-
şuna.
ehl-i dünya:
sadece dünya
hayatı için yaşayan, ahireti dü-
şünmeyen.
etba:
tâbi olanlar, uyanlar.
evham:
vehimler, kuruntular,
olmayan bir şeyi olur zanne-
derek meraklanmalar.
fânî:
ölümlü, geçici.
fena:
kötü.
feylesof:
filozof, felsefeci.
gülle:
top mermisi.
hak:
doğru, hakikat, gerçek.
hanedan:
köklü ve büyük aile.
hariç:
dış, dışarısı.
hemşehri:
aynı şehirden olan.
inşaallah:
Allah’ın izniyle.
ittiham:
suç altında bulunma,
suçlama, suçlu duruma düşür-
me.
kabil-i af:
affedilebilir.
kal’a:
kale.
kusur:
özür, suç.
kuvve-i bâzû:
pazı kuvveti,
bilek gücü.
mağlûp etme:
yenme, üstün
gelme.
medar:
sebep.
men:
yasak etme, engelleme.
mesele:
ehemmiyetli iş konu.
meslek:
tutulan yol, gidiş, usul.
Mevlâ:
Allah.
muhalif:
uymayan, karşıt, zıt.
muhkem:
sağlam.