Şualar - page 752

kazakları ve esirleri kesen gaddar adam nazarıyla bana
baktıkları hâlde, beni dersten menetmediler. Arkadaşım
olan doksan esir zabitlerin kısm-ı ekserîsine ders veriyor-
dum. Bir defa rus kumandanı geldi, dinledi. türkçe bil-
mediği için, siyasî ders zannetti, bir defa beni menetti;
sonra yine izin verdi. Hem aynı kışlada bir odayı cami
yaptık. Ben imamlık yapıyordum. Hiç müdahale etmedi-
ler, ihtilâttan menetmediler, beni muhabereden kesme-
diler.
Hâlbuki, bu dostlarım, güya vatandaşlarım ve dindaş-
larım ve onların menfaat-i imaniyelerine uğraştığım
adamlar, hiçbir sebep yokken, siyasetten ve dünyadan
alâkamı kestiğimi bilirlerken, üç sene değil, belki beni al-
tı sene sıkıntılı bir esaret altına aldılar, ihtilâttan menetti-
ler. Vesikam olduğu hâlde, dersten, hatta odamda husu-
sî dersimi de menettiler, muhabereye set çektiler. Hatta,
vesikam olduğu hâlde, kendim tamir ettiğim ve dört sene
imamlık ettiğim mescidimden beni menettiler. Şimdi da-
hi cemaat sevabından beni mahrum etmek için –daimî
cemaatim ve ahiret kardeşlerim–mahsus şu üç adama da-
hi imamet etmemi kabul etmiyorlar. Hem, istemediğim
hâlde birisi bana iyi dese, bana nezaret eden memur kıs-
kanarak kızıyor, nüfuzunu kırayım diye vicdansızcasına
tedbirler yapıyor, âmirlerinden iltifat görmek için beni ta-
ciz ediyor.
İşte, böyle vaziyette bir adam, Cenab-ı Hak’tan başka
kime müracaat eder? Hâkim, kendi müddei olsa, elbette
ona şekva edilmez. gel, sen söyle, bu hale ne diyeceğiz?
ahiret:
dünya hayatından sonra
başlayıp ebediyen devam edecek
olan ikinci hayat.
alâka:
ilişki, bağ.
amir:
emreden.
cemaat:
bir imama uyup namaz
kılan Müslümanlar topluluğu.
Cenab-ı Hak:
Allah, Hakkın ta ken-
disi olan şeref ve azamet sahibi
yüce Allah.
daimî:
devamlı, sürekli.
dindaş:
din kardeşi, aynı dinden
olan.
elbette:
şüphesiz, her hâlde.
esaret:
esirlik, tutsaklık.
esir:
tutsak.
gaddar:
zulüm ve haksızlık eden.
güya:
sözde.
hâkim:
yargıç.
hâlbuki:
oysa ki.
hususî:
özel.
ihtilât:
karışıp görüşme, insanlarla
bir arada bulunma.
iltifat:
iyi ve güzel muamele, dav-
ranış.
imam:
Müslüman topluluğa namaz
kıldıran kişi.
imamet:
imamlık.
kısm-ı ekserîsi:
büyük kısmı.
kışla:
askerlerin topluca barındığı
büyük yapı.
kumandan:
komutan.
mahrum:
nasipsiz, yoksun.
mahsus:
bile bile, özellikle.
men:
yasaklama, engelleme, mâni
olma.
menfaat-i imaniye:
imanın
verdiği fayda, yarar.
mescit:
ibadet edilecek yer,
cami.
muhabere:
haberleşme.
müdahale:
karışma.
müddei:
davacı; savcı.
müracaat:
başvurma, başvu-
ru.
nazar:
bakış; göz.
nezaret:
gözetme, kontrol, gö-
zetim altında bulundurma.
nüfuz:
sözü geçerli olmak,
sözü dinlenme; etki, tesir.
set çekme:
engel olma.
sevap:
hayırlı bir işe karşı Allah
tarafından verilen mükâfat.
siyaset:
devlet idaresi, devletin
işlerini düzenleme ve yürütme
sanatıyla ilgili görüş ve anlayış;
politika.
siyasî:
siyasetle alâkalı.
şekva:
şikâyet.
taciz:
rahatsız etme, sıkıntı
verme.
tedbir:
önlem.
vaziyet:
durum, hâl.
vesika:
izin kâğıdı.
vicdan:
iyiyi kötüden ayırt et-
meye yardımcı olan ahlâkî
duygu.
zabit:
subay.
zannetme:
sanma.
o
n
d
ördÜncÜ
Ş
ua
| 752 | Şualar
1...,742,743,744,745,746,747,748,749,750,751 753,754,755,756,757,758,759,760,761,762,...1581
Powered by FlippingBook